Fahir Atakoğlu: Filme müzik yapmayı çok seviyorum, bütün kalbimi veriyorum

31 Aralık 2020 Perşembe 13:31

İSTANBUL (AA) – 8 ülkeden 42 önemli sanatçıyı bir araya getirdiği “For Love” (Aşk İçin) adlı albümünü ve 40 yıla yaklaşan sanat hayatını AA muhabirine anlatan usta sanatçı, 7 yaşlarında başladığı müzik yolculuğunu, 14 yaşındayken Cemal Reşit Rey’in yaşamına dokunmasını, 30 küsur yıldır yaşadığı Amerika’da, Amerika rüyasının gerçek olup olmadığını, “Cumhuriyet”, “Sarı Zeybek” ve “Demir Kırat” adlı önemli belgesellere yaptığı eserlerini, “15 Temmuz Destanı” çalışmasıyla yer aldığı Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde hissettiklerini, salgın sürecinden sonra daha belirginleşen ve kendi müzik kariyerinde de hayat düsturu haline gelen ‘Hepimizi sanat birleştirecek’ anlayışını detaylarıyla dile getirdi.

Fahir Bey hoş geldiniz, İstanbul’dan Amerika’ya selamlar.

“Hoş bulduk. Selamlar, aynen bizden de size.”

Öncelikle bu salgın sürecinde nasılsınız? Sağlığınızı, sıhhatinizi sorayım. Afiyette misiniz?

“İyiyiz, çok şükür. Teşekkür ederim. Yani şanslı geçirdik diyeyim. Şans bu, biliyorsunuz. Salgın bir hastalık. Hatta ben Mart’ın 10’unda New York’taydım. Son yaptığım albümün keman kayıtlarını yapıyordum. 3 gün kaldım orada, sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu. Düşünün, bir ay ara var Amerika ile dünya arasında. Çok ağır geçiyor burada ama çok şükür iyiyiz. Bir yere çıkmıyoruz.”

Son albümünüz “For Love” hayırlı, uğurlu olsun. Çok güzel karma bir albüm yapmışsınız, 8 ayrı ülkeden 42 farklı sanatçıyı bir araya getirerek. 13 eserinize onların kendi dillerinde söz yazılarak, sanatçılar tarafından seslendirildi. Bu buluşmayı nasıl sağladınız?

“Aslında hikayesi çok uzun. Çünkü ben uzun süre, kendi adıma bir albüm yapmıyordum. Bu arada film müzikleri yapıyor, onların albümlerini çıkartıyordum. Film müziklerinin de yoğunluğundan galiba… Ayla’dan itibaren birisi bitti diğeri başladı. Öyle olunca kendi albümüme zaman ayıramamıştım. Ama hep aklımda şarkıcılarla bir albüm yapmak vardı. Daha doğrusu benim bestelerimi kendi lisanlarında okuyup, seslendirsinler istiyordum. Albüm 2020’de çıktı ama ben 2015’ten beri ufak ufak kayıtlarını yapıyordum aslında. Önce Buika ile başladık. Buika’ya ‘Lal’i dinletmiştim. New York’ta, New Jersey’de birlikte çalmıştık. Dostluğumuz ilerleyince, bestelerimi dinletmiştim. Lal’i çok beğenmişti.”

İspanyolca “Por Amor” diyerek sözlerini yazdı ve okudu değil mi?

“Evet, Por Amor. Kendisi söz yazdı ve seslendirdi. Müthiş bir yorum. Şarkıcılar kendi kişiliklerini, yorumlarını ortaya koysun ve kendilerine göre yorumlasın istedim. Belki değiştirsinler. Zaten caz da öyle bir şey. Öyle istedim ve yola çıktım. Bu arada Luciana Soza, Brezilya kökenli bir sanatçı. Bu şarkıcıların hepsi hayatım boyunca dost, arkadaş olduğum insanlar. Fakat tanımadığım insanlara da sunmuştum. Mesela Alcero’yu tanımamıştım, rahmetli oldu. ‘High Street’ diye bir parçam vardı, ona söz yazacaktı. Tabii ilk defa burada açıklıyorum. Allah rahmet eylesin, ‘Gerçekten yapacağım’ dedi, cennete gitti. Bobby McFerrin ile konuşmuştuk. Çok hastaydı o sıralar. 1-2 şarkıcıyla daha konuştuk fakat çok büyük paralar isteyen de oldu. Çok profesyonelce yaklaşıp, ‘Yaparım ama bu kadar isterim.’ diyenler… Sonuçta bütün bir albümü şarkıcılarla yapamadım ama Luciana Souza katıldı.”

Aimee Allen var galiba?

“Aimee Allen ve Letizia Gambi var, evet. Bunların hepsi söz yazabilen insanlar olduğu için bestelere kendileri söz yazıp, kendileri yorumladılar. Başka bir boyut getirdi tabii. Parçalar çok daha onların oldu. Öyle bir içtenlikle çıktı. Güzel bir kadro ile kaydettim ve videolarını koydum Youtube’a. Birçoğunu çalarken canlı kaydetmiştik. Bir de keman grubu ekledik. O da başka bir boyut getirdi.”

“For Love, albümde yazılan sözlerin tamamen aşk üzerine olmasından çıktı”

Bu farklı tınılar, gırtlaklar, farklı renklerin kendi dillerinde sizin eserlerinizi yorumlamaları, gerçekten ‘Aşk İçin’ tanımına uygun olmuş. Dediğiniz gibi profesyonel bakıp çok paralar isteyenlerin yanında, bu isimlerle çalışmanız sıcaklığını ve yaşanırlığını kliplerinize de yansıtmış. Ellerinize sağlık çok güzel olmuş.

“Çok teşekkür ederim. Tabii bir de ‘Aşk İçin’ (For Love) başlığı var albümün. İnanın ben albümü yaparken ‘Şöyle bir albüm yapayım, şöyle bir proje olsun.’ diye başlamıyorum açıkçası. Hiçbir albümüme de öyle başlamadım. Birkaç senenin birikimi oluyor. Bazı besteleri yapıyor, bazı besteleri bitirmiyorsunuz. Onları bir kenara koyuyor, sonra bir araya getiriyorsunuz. Ben bir proje başlığıyla başlamamıştım bu albüme. For Love, albümde yazılan sözlerin tamamen aşk üzerine olmasından çıktı aslında. Besteyi beste olarak verdim. Hiç kimseye, ‘Bu besteyi şöyle yazdım, böyle yazdım, bu hissiyatla yazdım.’ diye söylemedim. Hepsi melodilerde aşkı buldu ve o aşk, hem insan aşkı, hem doğaya, hem evrene aşktı. O sevgi ve aşkı buldular ve hepsi birbirlerinden habersiz bir şekilde onlardan bahsetti.”

Aslında müziğin evrenselliği ve aşkın evrensel oluşu, hissi temas yakalamak anlamında duyguların birliğini de ifade ediyor değil mi. Bunun kültürlerarası farklılığı yoktur sanırım müzisyen olarak sizin için?

“Yok tabii. Müzik o kadar birleştirici ve tek bir şey ki. Mesela bir melodiyi (bir şarkıyı) duyduğunuzda, sözlerini anlamasanız bile, çok hoşunuza gidebiliyor ki sözlerini anladığınız zaman da daha derinleşiyor. Ama öyle bir şey, evrensel ve tek bir dil. Bir de ben bir melodiyi bir şarkıcıya veriyorum ve ‘Buna söz yazar mısın?’ diyorum. ‘Yazarım.’ diyor. Bir de ‘Söyler misin?’ diyorum. ‘Ok, söylerim de.’ diyor. Çünkü hissediyor. Söz hakkında hiçbir şey konuşmuyoruz ve hepsi bu melodilerde aşkın ve sevginin çağrışımını yapıyor. O da çok güzel. Demek ki o melodilerimde ben, hakikaten onu anlatabilmişim ki hepsinde aşk ve sevgi tanımı var.”

Bunun tamamlayıcısı olarak, albüm kapağınızın yağlı boya çizimini eşiniz Tülin Hanım yapmış. Ne kadar güzel. Mavi tonlarında, kalp bir kıta anladığım kadarıyla. Aşkın rengi, tonları, mavi mi sizce?

“Ya, öyle ne güzel. Ben albümü çalışırken, o resmi çalışıyordu aslında. Öyle bir devreydi. Son 1-2 seneden bahsediyorum. O aslında çok büyük bir tablo. Kalp şeklinde değil. Onun ortasından grafik tasarımcımız öyle bir şey çıkarttı. Her şey çok denk geldi. Böyle bir karma oldu. Her şeyin güzel yanı bir araya geldi.”

Evet her şey denk gelmiş ve üzerine ABD’li müzik kritikçilerinden Bill Milkovski de sizin için ‘İflah olmaz romantik’ demiş.

“Albüm notlarını yazan insanları seçiyorsunuz. Onlar da isterse yazıyor. Benim albümlerimden bir tanesini de (Bill Milkovski) yazmıştı. Beni ve müziğimi de tanıyor diye, ben yine onu tercih ettim. Yazdığı ilk cümleyi okuyunca dedim ki, ‘O nasıl başlık?’ Ama evet romantiğim aslında. Romantiklik güzel, hoş bir şey. İflah olmaz romantik miyim? Bilemeyeceğim, o kendi düşünmüş.”

“Cemal Reşit Rey’e Allahaısmarladık bile diyemedim”

7-8 yaşlarında başlayan piyano ve klasik müzik yolculuğunuz ve sevdanız, sizi 14 yaşınızda ülkemin mihenk taşlarından biri olan Cemal Reşit Rey ile buluşturmuş. Onunla anılarınızı, iletişiminizi ve müzik yolculuğunuzdaki değerini anlatır mısınız?

“Müthiş ve çok derin bir konu tabii. Benim hayatımda çok özel yeri olan bir insan. Ben Işık Lisesi’nde okuyordum. Bir müzik hocam vardı, Muzaffer Uz. O, bana piyano dersleri veriyordu hem de bestelerimi dinliyordu. Okulun haricinde özel ders de veriyordu.

Ben yatılı okuyordum. Hafta sonları eve gelip ders veriyordu. Ortaokul süresince bu devam etti ve liseye geldiğimde bana dedi ki, ‘Benim çok katkım olmayacak bundan sonra ama seni Cemal Reşit Rey ile tanıştırmak istiyorum.’ Ben de tanıyorum tabii ama lise bir öğrencisiyim. 15’li yaşlarım. Tabii Türkiye’nin önemli kompozitörü olarak tanıyorum. Lüküs Hayat’ı biliyorum. Çok da bilmiyorum. Benimle tanıştırdı. Serencebey Yokuşu’nda evi vardı. Evine girdik. Beni çok güzel karşılamıştı, çok iyi hatırlıyorum. Oturduk iki dakika sonra, ‘Çal’ dedi. Ben bestelerimi çalmaya başladım. Bana, ‘Ne olmak, ne yapmak istiyorsun?’ dedi. Ben, ‘Bestecilik yapmak, konservatuvara gitmek istiyorum.’ dedim.

Tabii o sıralar Türkiye’de müthiş bir terörizm var. 1980 öncesi. Gazeteleri bir açıyorsunuz, 15 kişi ölmüş. Ertesi gün bir 10 kişi daha ölmüş falan. Otobüsler taranmış. Orada, burada bomba yani çok kötü bir hayat vardı ve insanlar geleceğini göremiyordu. Zaten Türkiye’de ne müzik var, ne bir şey. 3-5 şarkıcı, 2-3 grup var. Her şey sansürlü. Tuhaf bir şeyler dönüyor. Gelecek de yok müzik hakkında. Ama ben yine de yapmak istiyorum. Işık Lisesi’nde okuyorum. Ağabeyim o sıralarda Londra’da. Cemal Reşit Rey, ‘Tamam, biraz da piyanoda çalışman lazım. Enstrümanın piyano ise onu da geliştirmen lazım.’ dedi. ‘Tamam ama ben piyanist olmak istemiyorum.’ dedim. ‘Yine de bilmen lazım. Sevdiğin bir besteci var mı?’ dedi. ‘Debussy’i çok seviyorum’ dedim. ‘O zaman Debussy çalışırız.’ dedi. 2-3 sene bestelerimi de ona dinlettim, Debussy de çalıştık. Kontrpuan, armoni çalıştık. Onun bestelerini çalıştık. 70 küsur yaşlarındaydı, bir Debussy çalardı, parmakları o kadar güzel, o kadar dokunaklı, o kadar hisliydi. Allah rahmet eylesin, çok özel bir insandı. İşte tam da 1980 öncesiydi, çok da iyi gidiyordu. Hatta benim için bir de mektup yazmıştı beni kompozisyon bölümüne konservatuvara 3. sınıftan alsınlar diye. Bana hem sağdan hem soldan tehditler geliyordu, ‘Bizimle birleş.’ diye. Böyle bir zaman ve artık canımız burnumuzda. Ağabeyim Londra’da okuduğundan, beni oraya yollamaya karar verdiler. Sokağa çıkmaya korkar derecesine geldik. Cemal Reşit Rey ile 2-3 sene çok güzel devam etti. Onun hikayeleri, hayat bilgisi bir yandan aslında onunla olmak tabii… Babam bilmezdi ders aldığımı. Bana verilen haftalığımın üzerine annem de biraz koyardı. Ben zarfa koyardım ve bir de çiçekle her hafta giderdim. Dersin sonunda da koyardım piyanonun başına. Öyle bir alışveriş de yoktu aramızda tabii.”

Çok tatlı, özel bir hareket.

“O çok başkaydı. 3-5 insana ders veriyordu o zaman. Bir bakıcısı vardı. Tanıyanlar, bilenler bilir, çok özel insanlar yetiştirdi Cemal Reşit Rey Türkiye’ye son zamanlarında. Biraz kötü oldu ayrılmamız. Ben ona Allahaısmarladık bile diyemedim. Yüzüm yoktu gitmeye. Annem gitti, ‘Hayatı tehlikede. Biz Londra’ya yolluyoruz.’ dedi. O da üzülmüştü. Annem öyle anlattı. Ben gittim Londra’ya, birkaç sene sonra da vefat etti. Öyle hatırlıyorum.”

Vedalaşamadınız?

“Evet ama yani 1980 öncesi hayat çok kötüydü. Berbattı.”

“George Michael o zamanlar tanınmazdı”

Allah rahmet eylesin. Tabii biraz hüzünlü bu kısımlar ama sizin o çalışmanız, devamında Londra’daki koleji bitirip, orada çalmanız ve 20’li yaşlarda gelip Türkiye’ye ayağınızın tozuyla reklam müziği yapmaya başlamanız gibi bir yolu da getirmiş.

“Tabii, orada stüdyo müzisyenliği yaptım, müziğimi çok geliştirdim. Londra’ya ilk gittiğim zamanlarda piyano yoktu. Düşünün her gün piyano çalıyorum ve bir tane piyano yok. Ağabeyimin sınıf arkadaşıyken tanıdığı bir ailenin yanında kalıyorum. Piyano yok. Kendime kağıttan piyano çizdiğimi hatırlıyorum. Sonra okula götürdüler beni, kayıt olacağım, ilk sorduğum soru ‘Piyano var mı?’ oldu. ‘Var, şu odada’ dediler. Sonra anahtarını verdiler odanın. Her gün piyano çalıyordum. Sonra müzisyenleri tanıdım, caz kulüplerinde çaldım. Güney Londra Caz Yarışması’nda ikinci olmuştum. Öyle stüdyo müzisyenliğine başladım. Prodüktörler tanıdım. George Michael tanınmazdı o zamanlar.”

Öyle mi?

“Tabii, o zamanlar Wham grubuydu. İkisi de Yunan asıllı biliyorsunuz, bir arkadaşı daha vardı. Aynı stüdyoda bir gün kayıt yapıyorduk. Öyle tanışmıştım.”

Peki bu reklam dünyasına giriş biraz bilinçli bir tercih mi oldu?

“Tabii, tabii. Çok bilinçliydi. Geldim. Annem çok istedi gelmemi. Belki okumuşsunuzdur, fabrikada çalıştım, ağır işler yaptım, tezgahtarlık yaptım. Her şeyi yaptım.”

“Şu an Amerika’yı kimseye tavsiye etmem”

Aslında sonra soracaktım ama yeri gelmişken bu işleri söyleyince sorayım. Müzik hayatınızda 30. yılınızdasınız. Uzun yıllardır Amerika’da yaşıyorsunuz. Dünya müzik piyasasının nabzının attığı yerde, bestelerinizle caz listelerinin üst sıralarına tırmandınız. Bu çok kolay olmamış olmalı? Amerika rüyası diye bir şey var mı gençler için?

“Yok, tabii ki kolay değil ama cesaret de isteyen bir şey aslında. Öyle de oldu. Cesaretle girdim. Sonra da bir baktım ki bütün hayatım boyunca hayranlıkla dinlediğim, izlediğim insanlarla aynı listedeyim. Hem onları hem de beni dinliyorlar. Bana güç de verdi tabii. Öyle olunca kaldım, devam ettim. Hiçbir şey kolay değil. Hele benim geldiğimle şimdiki Amerika arasında çok büyük fark var. Benden öncesinde de daha büyük bir fark vardı. Yani değişti. Bunu anlatmak ayrı program olur. Şu an Amerika’yı kimseye tavsiye etmem ama ne yapacağınıza, ne istediğinize de bağlı. Dünyanın dengesinde, 100 kilometre sınırınızda mutluysanız orada kalın bence, daha iyi. Herkesin hayattan istediği başka bir şey var, onu nerede bulacağınızı bilemezsiniz.”

100 km sınırında mutluysanız, sözünüze istinaden “Büyük denizde boğulmak mı yoksa küçük adanızda kral olmak mı?” gibi bir söz geldi aklıma..

“Yani dünya o kadar güzel değil. Nerede mutluysanız orada kalın demek istedim. Fakat ben buraya müzik için, dünya müzisyenleriyle çalayım diye geldim. Hem çalayım, onlardan öğreneyim, hem de kendi müziğimi onlara dinleteyim ve onlarla birlikte kendi müziğimi çalayım diye geldim ve öyle yola çıktım. Tanıdığım o birkaç müzisyenle birlikte halka genişledi. O ona tanıştırdı, o ona tanıştırdı. ‘Kimlerle cirit attın?’ derler ya Türkçe’de, öyle. Bir şey düşünmeden ya da hangi sahnede olduğumu düşünmeden sadece müziğimi yapmayı düşündüm ve öyle de gitti. Kimseden iyiyim ya da kötüyüm demedim hiçbir zaman. Herkes öyle yapıyor burada yani kendi müziğinizi bildiğiniz gibi yapıyorsunuz. Ama öyle büyük bir endüstri var ki; o endüstride radyolarda çalınmak için ya da her hangi bir magazinde adınızdan bahsettirmek için özel bir çaba sarf ettirmeniz gerekiyor. O özel çaba da müziğin üzerinde, o işi bilen, sizi tanıtacak insanlarla profesyonel bir şekilde çalışmakla oluyor. Mesela radyo promoter (menajer) dediğimiz, sadece radyo ile uğraşan kişiler var. Burada radyo çok önemli şu anda. Basın için ayrı bir kişiyle çalışıyorsunuz. Müziğinizi yaptıktan sonra belli bir seviyeye getirmek için de endüstrinin kurallarına göre oynamanız gerekiyor. Bir de çok çalmanız gerekiyor. Bütün dünyada böyle. Amerika böyle bir yer.”

“Belgesellere hep bir film gözüyle baktım, film gibi bir hikaye ile anlatmaya çalıştım”

Eserlerinizi aynı zamanda belgesellerle de özdeşleştirdik. Türkiye’nin yakın tarihine imza atan “Cumhuriyet”, “Sarı Zeybek”, “Demirkırat” gibi belgesellere müziğinizle imza atarak genç yaşta başarınızı Türkiye’de tescillemiş oldunuz.

“1995’te çıkarttım albümü. Hatta seksenlerin sonları 1990- 1995 arası. İlk yaptığım Kıbrıs belgeseliydi, ‘Yeşilada’. O zaman reklam müzikleri yapıyordum. Amerikalı bir reklam yönetmeni beni Mehmet Ali Birand ile tanıştırmıştı. Müthişti. Ondan sonra aldı, yürüdü. Öyle belgesellerin, yapıtların içinde olmak da benim için çok büyük şanstı. Ben onlara film gözüyle baktım ve film gibi bir hikaye ile anlatmaya çalıştım. O içtenlikle anlatınca da müzik çok değerli oldu, çok beğenildi. Perde arkasındaydık. Çıkalım dedim, 1995’te ilk albümü yapınca. Bir araya getirdim o müzikleri. Ben o sıra Sezen Aksu’nun orkestrasında çalışıyordum. Sezen Aksu ile Bebek Park Gazinosu’nda çalıyoruz. Hatta Onno (Tunç) beni tanıştırmıştı. Sonra Oba diye bir yer vardı İstanbul’da biliyor musunuz?”

Evet, boğazda…

“Boğazda yemekli, içkili, müzikli bir yer. Sezen Aksu-Uğur Yücel Şov yapılıyor. Ben, Uzay Heparı, Aykut Gürel, Sertab Erener, Seden Gürel, Levent Yüksel arkada çalıyoruz. Sezen beni söylüyor, ‘Biliyor musunuz Demirkırat belgeselini?’. Herkes evet falan diyor. ‘Bakın burada bir çocuk var. Demirkırat’ı yazdı.’ diyor. Ben çalıyorum Demirkırat’ı. Herkes çok seviyor. O sırada Aydın Oskay diye bir plakçısı var. Tempa Foneks. Aydın Oskay Beyefendi, ona gidiyorum ben. Kaset var o zaman, CD falan yok. Kaset çıkarabilir miyiz? dedim. Kulakları çınlasın, ‘Vallahi Fahirciğim, enstrümantal müzik pek satılmıyor ama çıkaralım tabii.’ dedi. O, Sezen’in plakçısı, ben de Sezen’in yanında çalışıyorum. Bana hayır demek istemedi herhalde, öyle düşünüyorum yani. Düşün, o ilk albüm, 1995’te çıkan albümden bahsediyorum. Sonra gittim ajansta reklamcı arkadaşlarla falan kapağını yaptık ve çıktı öyle. Ben o sıra arada sırada Amerika’ya gidip geliyordum. Bana, ‘Oğlum senin müzik nasıl satılıyor, biliyor musun? Herkes seni dinliyor İstanbul’da.’ dediler.”

“Türkiye’de yaptığım ilk majör konser inanılmazdı”

Aslında bu da büyük başarı. 1990’lar Türk popunun şaha kalktığı dönem ve bu önemli bir başarı.

“Sonra ben İstanbul Caz Festivali’ne geldim. Teklif ettiler. ‘Tamam çıkayım.’ dedim. Türkiye’de yaptığım ilk majör konser. O akşam Açıkhava’da çalıyoruz ve Hyatt Otele kadar kuyruk var dediler. Herhalde ondan başka da olmadı, olduysa da hatırlamıyorum. Ama ilk konser inanılmaz bir şeydi. Ben hatırlıyorum çok büyük bir anıydı. Çok güzeldi.”

Çok çok güzel bir başarı, harika bir his olmalı.. Bir de sanırım aynı dönem olmalı; Yurt dışında beraber çalıştığınız kişiler arasında ise ilk aklımıza gelen Yunan şarkıcı Notis Sfakianakis var.. Yunanistan’da oldukça ses getiren Telos-Dihos-Telos şarkısı 480 bin adet satmış. Şimdi bu satış rakamlarının muhteşemliğine bakınca bu rakamların yerinde yeller esiyor. Albümleri, şarkıları, besteleri dijital platformlarda yayınlıyorsunuz.

“Evet, o dönem, o müthiş bir melodi oldu. Evet yine CD’yi burada (ABD’de) bastırdık. Çünkü ilk çıktığı zaman Grammy’e başvurmamız için fiziki olarak CD’nin Amerika’da çıkması lazımdı. Burada bastırdık. Kovid-19’dan dolayı bandrol gecikiyormuş ama Türkiye’de ‘For Love’ hem CD hem plak olarak çıkacak.”

Grammy ödülleri hakkında ne düşünüyorsunuz. Sanırım 2008 yılında İz albümünüzle paralel çıkardığınız İstanbul in Blue ile 3 dalda Grammy ödüllerine aday adayı gösterilmiştiniz, değil mi?

“Evet, o seferki daha başkaydı. Buna da girdik ama bu olmadı maalesef. Hem şarkıcı albümü hem enstrümantal albüm olarak iki arada bir derede kaldı bu albüm. Daha belirgin olmak lazım ama radyolarda çok güzel çalınıyordu çıktığından bu yana. Hala da çalınıyor fakat ilk hızıyla değil tabii. Bütün Amerika radyolarında ilk 50, ilk 20 ya da 18’e kadar çıktı. ‘İstanbul İn Blue’ aynı listede 3 kere birinci olmuştu. O daha füzyon, başka türlü bir albümdü. For Love – Aşk İçin albümünü de Türkiye’de Republic Müzik’ten çıkartıyorum. Yeni ve çok güzel bir label (etiket) Bütün albümlerimi ve bundan sonraki albümlerimi de onlarla dağıtacağım. Biliyorsunuz 4-5 sene ara oluyor albümlerimde. Ara vermeden bu birikimlerimi hızlı hızlı çıkartmayı planlıyorum, önümüzdeki yıldan başlayarak. Bir de tabii konserler olacak. Bu albümün konserlerini hala yapamadık. Kovid-19 inşallah mayıs gibi bitecek. Konserlerimize de 2021 Mayıs’ta başlayacağız.”

Türkiye’yi de biliyorsunuz ve dünya da Kovid-19 ile zor bir süreçten geçiyor. Amerika’da durum nasıl seyrediyor?

“Burada salgından dolayı bütün büyük kulüpler ve mekanlar kapandı. Kulüplerin birçoğu ‘Tamamen kapatıyoruz.’ dedi çok acıklı bir şekilde. Fakat geri kalan kulüpler bilhassa mayıstan itibaren yerleri bize opsiyonlu veriyor. Benim şu anda Eylül-Ekim konserlerim var. Ve biz Temmuz’dan itibaren başka bir konser dizisi yapmak istiyoruz burada. O bir proje ve yapınca açıklamak daha doğru olur. 1-2 konser projesi daha var elimde ama dediğim gibi bunların mekanlarını ayarlamak istediğimizde hep, ‘Mayıstan sonra.’ diyorlar. Amerika’da durum 2021 Mayıs’tan sonra salonlarda konserler olacak. Ticketmaster var, bizdeki Biletix gibi. ‘Ticketmaster, aşı olmuşsanız size bilet verecek ve konsere girebileceksiniz.’ diyorlar.”

Evet onu ben de duydum. Eğer aşı olursanız bir takım mekanlara girebilirsiniz şeklinde bir uygulama gelecek diyorlar.

“Evet o başlayacak diyorlar. O yüzden korkmadan, yerleri sanatçılara, gruplara veriyorlar. Bizim de hazirandan itibaren 4 yerimiz var.”

Birçok filmin müziğini yaptınız. Son olarak “Ayla” ve “Cep Herkülü Naim”, daha önce “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”, “İlk Aşk”, “Eyvah Eyvah” serisi gibi filmler ve “Muhteşem Yüzyıl” dizisi ve ayrıca “Ağır Roman” müzikali gibi sahne eserlerine müziklerinizle imza attınız.

“Evet, Turkish Ice Cream (Türk işi Dondurma), Ayla, Naim, daha önceleri evet Eyvah Eyvah serisi, Muhteşem Yüzyıl ve evet Ağır Roman ve Aysun Aslan’ın koreografisini yaptığı Devlet Opera ve Balesi için Dans Tiyatrosu’nun müziklerini yaptım. Ayrıca burada çok çeşitli tiyatro müzikleri yaptım. Brecht bile yazdım.”

Brecht mi?

“Kafkas Tebeşir Dairesi’ne, Brecht’in sözlerine müzik yazdım. Çok da güzel oynadılar. Open Theater diye hatta sakatların olduğu, çok enteresan bir tiyatro.”

“Müzik, her tür duyguya yardım ediyor”

Belgesellerde, filmlerde ve dizilerde çoğunlukla hikayeler müzikle başlıyor ve bu aslında insanı ele geçiriyor. Sanki bir başlangıca imza atıyor gibisiniz… Öyle mi?

“Evet çok büyük bir etkisi var tabii. İmza diyemeyeceğim ama tabii ki bir imza atıyorsunuz. Sonuçta kendi adınızı bir sanat eserinin içinde çıkartıyorsunuz ama sinemadan, bir görüntünün üzerine müzik yazmaktan bahsediyorsak, çok büyük bir etkisi var. O görüntünün nasıl çekildiğine, nasıl verildiğine dair de bir açısı var. Müzik yardım ediyor her tür duyguya. Hayatımızda, sürekli bir fon müziğiyle yaşamıyoruz tabii. O da gerçekçi değil. Ama film, sinema öyle bir sihir, bir hayal. O yüzden müzik çok yardım ediyor, çok önemli çok sahnede. Mesela sayısını bilemiyorum Muhteşem Yüzyıl’ın dünyada o kadar çok ülkede yayınlanması ve ondan dolayı da müziklerinin ilgi görmesi, besteci olarak hayatımda çok başka bir sayfa açmıştır. Duyulamayacağım ve belki dinlenemeyeceğim ülkelerde, o diziyle daha fazla dinlenir hale gelmiş olabiliriz. Çok etkisi var, birbirine yardım ediyor görüntüye müzik yazmak.”

Bu anlamda, aynı zamanda film ve dizi müziği yapan müzisyenler başka ülkelerde şanslı olmalı. Mesela filmler çeviri olarak değişse bile müzikler değişmiyor ve birebir dinleyiciyle buluşuyor.

“Doğru, müzik hep aynı kalıyor. Çok güzel bir şey. Hiç öyle düşünmemiştim. Ben çok seviyorum filme müzik yapmayı ve filmle eş çalışmayı. Çok severek yaptığımdan, bütün kalbimi veriyorum.

Komedi de yazdım Eyvah Eyvah’lar mesela müthiş, çok güzel işlerdi. Ata (Demirer) ile beraber, Berlin Kaplanı da, Olanlar Oldu da var tabii. Bir de Naim ve Ayla gibi çok dramatik, başka müzikler de çıkarabildim. Kendime, ‘Bunu da yapabilir miyim, yapar mıyım?’ gibi sorular sormuyorum. Yapabiliyorum. O da çok güzel bir şey oldu. Bir Challenge (meydan okuma) tabii, kolay bir şey değil. En zoru zaten komediye müzik yazmak bana kalırsa. Fakat ben ikisini de yapabildim. O yüzden film müziği denince artık bana bir şeyler hissettirebilen her türlü müziği yapabilirim diye düşünüyorum.”

Güldürmek de komedi eseri yaratmak da zordur denir ve şimdi siz de komedi müziği için de zor dediniz ya, ilginç geldi.

“Ya çok ince, o kadar başka bir çizgi ki. Benim şansım, Eyvah Eyvah’lar, Ata’nın yaptığı filmler, çok güzel. Komedi-dram, 30 Years Ago diye bir Mısır prodüksiyonuna da film yapmıştım o tarz çalışmalara örnek. Ya da dram filmlerinin içinde komedi, biraz gülünç olacak sahnelere de müzik yapıyorsunuz. Fakat Ata’nın filmleri çok iyi ve güzeldi. Belirli bir kişiliği ve üslubu olan komediler. Her türlü komedi var. Bir yerde o kadar ince bir çizgi ki o, anlamlı bir müzikten ziyade, bir anda o çizgiyi aştığınızda, çizgi film oluyor. Komedide o ince çizgiyi tınılarla vermeyi daha zor buldum. Ama o filmlerin kalitesinden ve içeriğinin güzelliğinden dolayı da o derece de kolay ve eğlenceli oldu.”

Hem filmleri ilk siz izlemiş oluyorsunuz hem de müziklerini yapıyorsunuz, ne güzel.

“Evet, çok büyük bir şans, güzel bir şey.”

“15 Temmuz’u müzikle, sanatla unutturmamak lazım”

Türkiye’ye 15 Temmuz’da geldiniz ve 15 Temmuz Destanı için yaptığınız eserleri Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Devlet Çoksesli Korosu’yla birlikte canlı performansla çaldınız. Eserleri çaldığınız videoları izlerken yüzünüzde derin bir hüzün hissettim. Doğru değil mi? Bu eserleri yaratırken nasıl bir duygu yaşadınız, bahsedebilir misiniz?

“Evet. 15 Temmuz’u kronolojik olarak başlangıcından sonuna doğru bir zaman dilimi içerisinde anlatmak istedim. O zaman dilimi içerisinde olanlar, başlıklara bakarsanız bölümler vardı.”

Sıralamayı da söyleyeyim isterseniz: İhanet, Şeref, Marmaris, Sela, Başkomutan, Milletin Evi Çağrı, Şehitler Köprüsü ve Demokrasi Nöbeti…

“Evet, bir anlatım da vardı içinde. Zaten yayınlandığı zaman, bu anlatımı da koymuşlardı. Onu yazmaya çalıştım. Film kafamda ve onun müziğini ben yazıyorum gibi oldu. ‘Üzgündünüz, hüzünlüydünüz’ Evet. Hem de heyecanlıydım. Yazdığım melodilerin bana ne hissettirdiğini bir kere izledim. Sonra bir kez daha, Youtube’da izlemiştim, ses nasıl çıktı diye. Güzel bir çalışma oldu. Şükrediyorum Allah’a, bana nasip olması çok güzel bir şey oldu. Şundan güzel bir şey oldu; böyle günleri müzikle, sanatla unutturmamak lazım ki, bir daha olmasın, bir daha yapılmasın, bir daha başımıza gelmesin. Dolayısıyla böyle bir olayın da, tarihimizde böyle bir günün de müzikle hatırlanması ve hiçbir zaman unutulmaması benim için güzel bir olay ve güzel bir sayfa oldu benim kariyerimde.”

Sami Özer de sesiyle eşlik etti size öyle değil mi?

“Evet bir bölümünde. Çok da güzel bir kadro vardı. İlk defa Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile çaldım. O benim için çok büyük bir şerefti tabii. Kayıt da ettik. Şimdi kaydını da belirli sayıda önümüzdeki aylarda plak olarak çıkartmayı düşünüyorlar.”

Böyle bakınca, beyin göçü yapanlardan olmadığınızı ispat etmiş oluyorsunuz böyle bir projede yer alarak. Beyin göçü yapan ve giden çok insan var. Yurt dışında başarı kazanıp da unutmuyorsunuz burayı diye düşünmeden edemiyor insan?

Benim için Türkiye hala çok önemli. Burada (ABD) yaşasam bile, çok sık gidip geliyordum. Biliyorsunuz Sezen Aksu ile birlikte çalışırken Acoustic Band diye bir grubumuz vardı birlikte. O sıra çok gidip geldim. Hiçbir zaman unutmuyorum, ailem de orada. Ağabeyim ve ağabeyimin ailesi. Tabii ki benim için önemli. Hiçbir zaman unutmak diye bir şey yok. Hele ki dünya bu kadar yakınken. Artık eskisi gibi okyanuslar hiç önemli değil. Dolayısıyla her zaman konserler yapmak, Türkiye’de çalmak istiyorum. Hatırlarlarsa geleceğiz inşallah önümüzdeki günlerde.”

“Göçmenliği tatmış toplumların müzisyenleriyle birlikte müzik yapalım istiyoruz”

Türkiye’nin etrafında Suriye ve Irak’ta ve dünyanın birçok yerinde savaşlar oluyor. İnsanlar ülkelerinden uzaklaştırılıyor ve bizim gibi başka ülkeler kapılarını açıyor. Gitmek zorunda kalıyor, yerlerinden, yurtlarından oluyor bu insanlar. Bildiğim kadarıyla bu konuyu işleyeceğiniz bir Umut projeniz olacaktı değil mi?

“Evet. Bakın çok enteresan; ‘Music of Hope’. Bunu yapacaktık ve başlayacaktık. Hatta mesela çok bilinen Suriye’li klarnetçi bir arkadaşım ve Lübnanlı bir kemancıyla çok güzel karma bir şeyler yapmıştık. Iraklı müzisyenler, hem burada hem dünyada bulduğumuz arkadaşlarımız var. Yani Kovid-19’dan önce çok gündemdeydi, insanların evsiz barksız kalması, yurtlarından çıkması. Bütün o başlık altında olan her şeye, müzikle ilgi çekmek için bunu başlatmıştım ben. Göçmenliği tatmış toplumların müzisyenleriyle onların ve benim müziklerimizi birleştirip müzik yapalım. Başka ülkelerden müzisyenleri bir araya getirelim, birlikte o müzik alışverişini sağlayarak, birbirimizin ne dediğini, neler geçirdiğini, neler hissettiğimizi müzik yoluyla anlatalım istedim. Öyle güzel bir proje. Dediğim gibi Kovid-19 girdi araya, yapamadık. Geçtiğimiz Ocak ayı itibariyle başlayacaktık. Ama inşallah o da bir kenarda duruyor. Aslında bundan bahsettiğiniz için teşekkür ederim. Olmadan ben pek konuşmak istemiyorum bilirsiniz. Ama böyle bir şey vardı ve çok da önemli. Umarım anlatabilmişimdir. Yine sanatın anlatımı bu. Onu demek istiyorum. Aynı 15 Temmuz’daki gibi müzikle ve sanatla anlatmak. Çünkü başında dedik ya, tek dildir, tek lisandır diye. Sanat hepimizi birleştirecek. Çünkü o duyguyu veriyor. Hepimizin kalbi var ve hepimizin duygusu da aynı. Hepimizde sevgi, sevilmek, aşk var. Dünyanın neresinden gelirsek bizi birleştirecek de o aslında. Onun için müzik ve sanat her şeyin çaresi gibi.”

Ne güzel konuştunuz. Bu son albümünüzle birlikte şimdi bundan da bahsediyor olmamız pandemi sonrasında belki daha hızlanmanızı sağlar.

“İnşallah. Bir de paylaşmak lazım elbet. Bu pandemi müziği paylaşmamızı sağladı tabii. Çıkıp çalamıyoruz insanların önünde, onlar da bizi dinleyemiyor. Ama inşallah bu sonsuza kadar değil. Bu da bir ders olsun bize, dikkat edelim sonrasında.”

Çok güzel bir söyleşi gerçekleştirdik. Teşekkür ederiz size.

Ben de size teşekkür ederim. Hepinize başarı, sağlık dilerim. Daha güzel günlerde buluşmak üzere.”