Sanatçı Ali Düşenkalkar: Sadece sanata değil, insana karşı da sorumluluğumuz var

10 Şubat 2021 Çarşamba 13:53

İSTANBUL(AA) – “Baba Evi”, “Hanımın Çiftliği”, “Muhteşem Yüzyıl Kösem’” ve “Gönül Dağı” adlı dizilerle, “İstanbul Kanatlarımın Altında”, “Kaç Para Kaç”, “Çamur”, “Korkuyorum Anne”, “Devrim Arabaları”, “Osmanlı Cumhuriyeti” ve “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı filmlerde rol alan oyuncu Ali Düşenkalkar, “Sorumluluk, sadece sanata karşı değil, insana karşı da öyle. Sanat benim için bu anlamda araç olarak kullanılabilir. İnsana karşı da her zaman nefes alıyorsak sorumluluğumuz vardır. Ben sadece bu kapsamda sanırım tiyatroyla buluştuğum ve bu yapıda bir kültürde ders aldığım için böyle düşünüyorum.” dedi.

Devlet Tiyatrosunda birçok oyunda oyuncu ya da yönetmen olarak yer alan, sinema filmi, dizi ve belgesellerde seslendirmeler yapan, yurt içi ve yurt dışı festivallerden ödülle dönen sanatçı, aynı zamanda Bursa Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliğini de üstleniyor.

Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinde çekimleri devam eden, TRT’nin sevilen yapımı Gönül Dağı dizisinde “Düğüncü Muammer” rolünü canlandıran sanatçı, sanata ve insana sorumlulukla geçen 40 yıllık sanat hayatını, “yedek parça ve yan sanayi” dediği seslendirmenin pandemiyle birlikte geldiği son durumu ve 11 Şubat’ta Bursa, Nilüfür Belediyesi Kent Tiyatrosunda dünya prömiyerini yapacakları konteynır projesi “Hamlet’in Bütün Ölüleri ya da Hamlet’in Mezarlık Ziyareti” oyunuyla ilgili heyecanını AA muhabiriyle paylaştı.

Merhabalar, hoş geldiniz nasılsınız?

“Kayıtta mıyız?”

Kayıttayız.

“Çok güzel, ben bu soruyu daha sonra yine soracağım, kayıtta mıyız? diye. Bu benim esprim çünkü röportajlarımda onu yapıyorum. Hoş geldiniz.”

Siz de hoş geldiniz çekimden. Eskişehir’de, Sivrihisar’dayız. TRT1’deki Gönül Dağı dizisinin çekimleri nasıl sürüyor?

“Teşekkür ederim. Ya ne kadar güzel, Anadolu’nun bir köşesi gibi düşünebilirsiniz Sivrihisar’ı. Fakat doğa şartları. Kışa girmekteyiz. ‘Kış geç kaldı.’ diyor Sivrihisarlılar. Biz de kışın geç kaldığını artık kar yağışıyla hissetmeye başladık Sivrihisar’da. Hissetmiyoruz aslında zaman zaman çenemizin kilitlendiği oluyor.”

Veysel’in (Semih Ertürk) babası, Düğüncü Muammer’i oynuyorsunuz. Sıcak bir dizi çekiyorsunuz. Kardeşiniz Ağıtçı Hüseyin (Erdal Cindoruk) ile barıştınız mı onu sorayım?

“Sanırım barışmayacağız. Barışırsak, sanırım senarist arkadaşlarımızın kurduğu bütün kurgu bozulur. Orada bir çatışma, çelişki, sorun var. Orası senaristler için hoş bir durak. Sanırım barışmazlar onlar. Barışmamanın yollarını bulmak daha zor biliyorsunuz değil mi? Yani kurgu aşamasında senarist arkadaşların bizi bağlamlara götürdüğü meselelerde haftalık senaryoyu elime aldığımda gerçekten çok gülüyor, çok eğleniyorum o sahnelere. TRT 1’in bu sıcak dizisinde yer almaktan ve seyirci tarafından aynı sıcaklıkla kucaklanmamızdan dolayı çok mutluyum.”

Zaten barışırsanız da onun şiddeti, duygusallığı yüksek olur herhalde?

Ali Düşenkalkar: “Zaman zaman buna benzer nüveler veriyoruz. Yine yakında olacak bir bölümün içinde böyle sahneler var, söylemeyeceğim, sürpriz kalsın. Kayıtta mıyız?”

Kayıttayız. Siz aynı zamanda Eskişehir Anadolu Üniversitesinde öğretim görevlisiydiniz. Devam ediyor musunuz?

“Hayır, devam etmiyorum. 2000-2005 yılları arasında bir yarım yıl ara vererek Eskişehir Anadolu Üniversitesi Konservatuvarında tiyatro bölümünde derslere gelmiştim. Eskişehir’i iyi bilirim. Ama olduğumuz semt mesela o zamanlar yok gibiydi adeta. ‘Burası eskiden dutluktu.’ derdik ya, adeta öyle bir bölgeydi. Ayrı bir köşeydi. Tarlalar vardı. Çekim vasıtasıyla geldim ve hayretler içerisindeyim. Gerçi Eskişehir çok değişti. Kasaba niteliğinden gerçekten büyük şehirle beraber büyük bir vizyonla çok başkalaştı.”

Lefkoşa doğumlusunuz ve liseyi bitirene kadar orada okudunuz ve yaşadınız. Tiyatroya orada hem okulunuzda hem de sokak tiyatrosu yaparak başladınız. Savaş karşıtı oyunları sokakta sahneliyormuşsunuz. Biraz o yıllarınızı anlatır mısınız? Nasıl bir hayatınız vardı?

“1974’ten söz ettiniz. Kendimi bildiğim ilk gençlik yıllarım. İçinin delikanlılığıyla insanın anarşik ruhu başkaldırır ya, işte o yıllar sanırım.”

Bir de 1974 tarihi olarak önemli bir yıl..

“Tabii ki; 1974, savaş yılı ve Barış Harekatı’nın yapıldığı yıl. Savaşın gençler üzerindeki travmaları… Benim annem ve babam mesela 1958-1959 ve 1963 savaşlarını da biliyor. Ben 1961 doğumluyum. Tam merkezde, Lefkoşa’nın göbeğinde doğdum. Aslında insanlar savaş istemiyor. Fakat sistem buna sanırım zorluyor. Bunu da ötelemek, itmek ve savaştan uzak kalmak lazım. Sanırım gençlik yıllarım buna karşı koydu. Gerçekten, ‘Savaşa hayır’ pankartı açarak, 1977-1979 yıllarında Brecht’in, Neşe Yaşin’in şiirlerini okuyarak, herhangi bir uç ve siyasi mesele olmadan, insanları savaş karşıtlığına davet eden bir oluşumun içindeydim ben de. Bu gösterileri yapıyorduk.”

“Felsefi ve estetik açıdan kendimizi beslememiz gerekiyor”

Lefkoşa’da tiyatro ve sanat, insan hayatında ne kadar etkili ve nasıl bir yerdedir, merak ediyorum?

“Çok uzun zamandır Lefkoşa’nın dışındayım ama bağım kesilmedi. Annem ve kardeşim orada. Son 2-3 yıldır Lefkoşa Belediye Tiyatrosu idaresi bir değişim gösterdi. Bayrak değiştirdi arkadaşlar. Fakat Devlet Tiyatrosunun biraz atıl kalmış bir hali var. Üstelik çok büyük anlaşmaları var, Türkiye’deki Devlet Tiyatroları ile. Yılda iki yönetmen, iki oyuncu ve dekor yapımı becayiş edilebilir ya da buradan yardım isteyebilirler. Orada kadroların gelişmesi ve genişlemesi lazım. Gelişme ise sadece okul bitirmekle olmuyor. Oradaki dostlar sanırım biraz az görüyor bunu. İnsanın herhangi bir sohbette, bir resimde ya da müzik parçasını dinlediğinde beslenmesi gibi hem felsefi hem de estetik açıdan kendimizi beslememiz gerekiyor, her zaman, her yerde. Sanatçının zaten asıl durakları buralar. Oralarda beslenir ve oralara yatırım yaparsak, kendi ülke tiyatromuza da şehrimize de ülkemize de sınırlarımıza da belirli katkılarda bulunuruz. Orada bir duraksama var galiba. Siyasiler, gerçek yatırımın insana olduğunu unutmadan, tiyatroya yatırım yaparlarsa sanırım gelişebilir. Kıbrıs’ta tiyatro yanmıştı ve yanmış olan tiyatro yapılmadı. Başka bir şey söylemeyeyim. Siyasiler bunu işitirlerse kendi kulaklarını çeksin.”

Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarından mezun olur olmaz Devlet Tiyatrolarına hiç ara vermeden başlamışsınız. Şanslı mı demeliyiz hemen kadroya girmeniz yönünden?

“Evet, çok doğru, çok haklısınız. Biz sınıf olarak şanslıydık. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarının tiyatro bölümüne 1979 yılında giren öğrenciler, çok önemli bir yelpazedeki öğretim görevlileri tarafından yetiştirildi. Yani bizim sınıfımızın hocaları, Türkiye tiyatrosuna bugün damgalarını vurmuş insanlardır. Onun için çok şanslıydık gerçekten. Zaten tiyatro, usta-çırak ilişkisine dayalı bir şeydir. 1979 yılında girdik, 1983 yılında mezun olduk. Birkaç arkadaşımız alt sınıfta kaldı. Fakat onlarla da birkaç yıl sonra İstanbul Devlet Tiyatrosu çatısı altında buluştuk. İstanbul Devlet Tiyatrosu yeni kurulmuştu. 4-5 yıl olmuştu. 60 kişilik ortalama bir kadrosu vardı. Biz 11 kişilik bir sınıftık mezun olduğumuzda. 10 kişi birden tek dilekçeyle bizi İstanbul kadrosuna aldılar. Devlet Tiyatrosunun genç insana ihtiyacı vardı. Bizim öğretmenlerimiz sağ olsun Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarının öğretim görevlileriydi. Bir torpil mi yaptılar? Hayır. Bir 10 yıl sonra tiyatronun bütün yükünü bu sınıf taşıdı.”

“İstanbul Efendisi”, “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, “Macbeth”, “Amadeus”, “Afife Jale”, “Küçük Nasrettin” ve dahası, çok sayıda oyunda, oyuncu, yardımcı yönetmen ve yönetmen olarak da görev yaptınız. Sanki yıllar içinde hiç boşluk vermeden çalışıyor olmanız sanata karşı büyük bir sorumluluğunuz varmış hissi uyandırıyor. Siz öyle hissediyor musunuz?

“Sorumluluk, sadece sanata karşı değil, insana karşı da öyle. Sanat benim için bu anlamda araç olarak kullanılabilir. İnsana karşı da her zaman nefes alıyorsak sorumluluğumuz vardır. Ben sadece bu kapsamda sanırım tiyatroyla buluştuğum ve bu yapıda bir kültürde ders aldığım için böyle düşünüyorum. Sahnede olmak güzel bir şey. Şimdilerde artık pek sahnede olmayı seçmiyorum. Yönetmenlik tarafına geçmek daha çok hoşuma gidiyor. Son 5-6 yıldır yaptığım oyunlarla daha çok aşağıda olmayı seviyorum gerçekten. Üretimin farklı bir bakışıyla, başka bir tümce söylemek için. Yaşamınızda derdiniz varsa da zaten sanatla uğraşırsınız. Hele tiyatroyla derdiniz olmazsa yaşama dair, hiçbir şekilde yoksunuzdur orada. Derdiniz varsa kurtulamazsınız da bu dertten. Hep bir şey anlatmak durumundasınız ya da sizce nasıl olması gerektiğini söylemek zorundasınız.”

Profesyonelliğinizin kırkıncı yılınızdasınız değil mi?

“Profesyonelliğim evet, evet. Devlet Tiyatrosuna ilk 1983 yılında girdiğime göre evet. 1983 yılından önce de ben tiyatro yaptım. 1980 yılının şubat ayında Devlet Tiyatrosuna figüranlıkla başladım, profesyonel yaşama. Doğru, tam 40 yıl olmuş.”

“Selendirme sanat değildir, var olan bir şeyle örtüşmektir”

Dönüp baktığınızda kilometre taşlarınıza içinizde mutluluk yaşadığınız ve iyi ki yaptım dediğiniz hangi projeleriniz var?

“Ben sadece İstanbul’da tiyatro yapmadım. İstanbul dışında, Trabzon, Adana, Ankara, Bursa Devlet Tiyatrosu, İstanbul içinde özel tiyatrolar, Nilüfer Kent Tiyatrosu ve Bursa Şehir Tiyatrosunda oyunlar sahneye koydum daha önce. Sadece İstanbul değil, derdim. Herkese ulaşmak için bunları tercih ettim.”

Türkiye’nin dört bir yanına gitmek değil mi?

“Tiyatro yapıyoruz. Tiyatro yaptıktan sonra sorun yok. Bu bildiğim ve anladığım bir iş. Onun için başka bir iş yapmayı tercih etmiyorum. Bunun yedek parça ve yan sanayileri de var.”

Evet, seslendirme için söylüyorsunuz yedek parça ve yan sanayiyi. Ama aslında çok önemli filmlerin başrol ve ana karakterlerinin sesisiniz. Bu çok büyüleyici geliyor izleyenlere aslında ama siz yedek parça ve yan sanayi diyorsunuz. Neden?

“Şöyle; ben orada bir filmde oynayan sanatçıya sanat yapmıyorum. Yapılmış bir olgu var ortada. Bunu böyle savunuyorum. Onun için yedek parça, yan sanayi diyorum. Gerçek bir sanat var, estetik, film, yönetmen, oyuncu, prodüktör var. Bu filmde biz sadece Türkçe söyleyen kısmındayız. Onun için biz bir yedek parçayız, bir yan yoluz diyorum. Biz sanat yapmıyoruz. Seslendirme bu anlamda bir sanat değildir. Seslendirme var olan bir şeyle örtüşmektir ve onun önüne geçmeden, ciddi ve büyük bir saygınlıkla yapılması gerekir. Oynamış bir aktörün önüne geçmeye çalışarak, onun tümcelerini, onun anlarını eğer algılamayıp metin okumaya çevirirseniz, o da en kötüsü olur.

Artık yavaş yavaş ülkemizde teknolojinin gelişmesiyle iyi seslendirme yapılmadığı kanaatindeyim. Çünkü eskiden biz stüdyoya hep beraber, 7-8 kişi girerdik ya da konuşacağınız roller beraber girerdi. Artık şimdi salgının da bize kazandırdığı bir şeyler oldu galiba. Evden de seslendirme yapabiliyoruz. Belirli programları var ve evden siz konuşuyor, gönderiyorsunuz. Sonra başkası da aynı şekilde yapıyor gönderiyor. Onun ne dediğini, nasıl dediğini bilmiyorsunuz. Hangi tonda cevap vereceğinizi bilmiyorsunuz. Yani stüdyodaki insanın aldığı nefesin nasıl bir nefes olduğunu ya da nasıl bir tonda size bağırdığını bilmiyorsunuz. Artık makinelere ve teknolojiyle yapılan bir seslendirmeye kalınca, bu anlamda biraz eski değerlerini yitirdi. Anılarımızda kalacak yakında.”

Bu anlamda tabii stüdyoda hep beraber seslendirmeniz, bu ruhu yaşatıyor olmanız aslında önemli ve “Sadece seslendirme yapıyorum.” dememektir bu. Evde tek başınıza teknolojik seslendirme kaydında demek ki bu ruhu hissetmiyorsunuz?

“Tabii ki önemli. Hayır tabii ki vermiyor.”

Ben dahil eminim çok insan, Hugo Weaving’ın oynadığı “V For Vendetta”da, V’yi sırf sizin sesinizle dinlemek için dublajlı halini izlemek istiyor, bu ruhu hissederek. Siz ne hissediyorsunuz?

“Evet, o film benim yaşamımda çok özel bir yer aldı. Haklısınız. Çok da güzel bir film çünkü. Ben o filmi 3 günde konuştum. Birinci gün bitireceğimizi sanıyorduk seslendirme yönetmeniyle. Fakat bir yerde yoruldum. Önceki gün prova da yapmıştım. Herkes prova da yapmıyor artık. Eskiden biz prova yapardık. Kaseti alırdık stüdyodan, yapım şirketinden. Seyrederdik, tekste bakardık, tekstin deşifresini yapardık. Şimdi artık o kadar süratli yaşıyoruz ki, bu da artık fast food gibi bir hale dönüştü. Zaten deşifre ederken filmi konuşmuş oluyorsunuz. Ne filmi görüyorsunuz, ne filme sahipsiniz, birden bire sizden kaçıp gidiyor. Seslendirmenin bugün Türkiye’de geldiği yerden dolayı üzgünüm. Eskiden öyle değildi. Bu sadece benim için özel bir şey değil. Özellikle böyle bir filmi konuşmuş olmamdan kaynaklanan bir övgüyü almışlığımdan söylemiyorum. Buna bir enstantane diyelim. Ben bugün böyle görüyorum. Daha iyisi yapılabilirdi ve yapılıyordu. Zamana karşı yarış sanırım bunun tadını kaçırdı. Dibi tuttu.”

Tiyatro oyunlarınızın yanı sıra radyo tiyatrosu, radyoda arkası yarın, belgeseller, sinema filmi ve dizi film seslendirmelerine okul zamanında mı başlamıştınız?

“Okul biterken son sınıfta başladım. Ramazan eğlence programlarında Dinçer Sümer’in yazdığı oyunlar vardı. Onlarla başlamıştık. Bir ajans çağırıyordu ve onları arkası yarın gibi yapıyorduk. Film seslendirmesine de belki hatırlayacak olanlar vardır, VHS ve Betacam dönemi vardı. Stüdyolara gider kasetleri seslendirirdik. Her köşede kasetçiler vardı eskiden. Müthiş bir dönemdi. Bir stüdyo günde 3-4 kaset yapabilirdi. O stüdyoda işimiz biter, öbür stüdyoya giderdik. Ben de yaptım. Adıma değil, bir ticari şirketin adına 5 tane stüdyoyu ben çalıştırdım. Cast’ları yaptım, insanları nasıl bir ses yelpazesiyle bir filmde konuşturmak adına çalışmalar yaptım. Çünkü öyle bir ses vardır ki değerlidir. Bas bir sestir. Sadece bas olduğu için o arkadaşımıza, o ünlüye, eğer başrolü verirseniz, ki yapılan en büyük yanlışlardan biridir diye düşünüyorum, o doğru olmayabiliyor. Çünkü o aktörün sesi benzeyebilir ama o filmde öyle oynamamıştır. Onun için o konuşmacıyı bulmak lazım.”

Çok filmde rol aldınız. Mesela Reha Erdem’in “Korkuyorum Anne”, “Kaç Para Kaç”, “Beş Vakit” başta olmak üzere, filmlerinin birçoğunda varsınız. Bu filmler hep ödüllü, festival filmleri oluyor. Reha Erdem’in filmlerinde olmak nasıl bir duygu? Sinema filmlerindeki seçiminizi neye göre belirliyorsunuz?

“Evet, çok mutluluk verici bir şey. Bir gün bir gazete bana sormuştu, ‘Korkuyorum Anne’den sonra ne düşünüyorsunuz?’ diye. ‘Artık oğluma hediye edebileceğim bir filmim var.’ demiştim. Manşetten röportajıma onu yazmışlardı. Reha Erdem ile tanışmam çok ilginç. A Ay filmini çektikten sonra bir çocuk konuşmacı arıyorlarmış. Çocukları eskiden bizde kadın arkadaşlarımız konuşurdu. Çok da güzel sesler vardır. Yıllarca benim ağabey-kardeş, abla-kardeş konuştuğum sesler vardır. Örnek, rahmetli Fatoş Balkır, Oya Küçümen, Oya Presçiler ve birçok arkadaşımla, hanımefendiyle ağabey-kardeş konuşmuştum. 30 yıl önce, sesim 14 yaşına kadar inebiliyordu. Bir gün Reha Erdem, stüdyoda bir erkek çocuk konuşmacı arıyor. Bana ulaştılar, ‘Tabii gelirim.’ dedim. Orada tanıştık. Hatta Arif arkadaşımız çok iyi bir oyuncudur. Onu konuştum. Çok beğendi Reha, ‘Tamam oldu.’ dedi. Birkaç kadın arkadaşımız konuşmuş, olmamış. İlk tanışmamız öyle başladı.

Ondan sonra Kaç Para Kaç’ta beraber çekim yaptık. Benim işimin bittiği gün, beraber vapur iskelesindeydik Kabataş’ta. Koluma girdi, ‘Bundan sonraki işte de beraber olacağız.’ dedi. Korkuyorum Anne’nin ismini söylemeden zikretmişti. Sonra beni 2-3 yıl sonra çağırdı gittim. O süre biraz uzun. Bana, ‘Ne kadar fotoğrafın ve geçmişine ait belge elinde varsa getirsene. Rolün adı Ali.’ dedi. İki sayfa sinopsis okudu bana. Filmin adı Korkuyorum Anne değildi ama gösterime Korkuyorum Anne olarak çıktı. Fakat jenerikte (İnsan nedir ki?) eski adı yazar filmin. O çok güzel bir anı benim için. Nürnberg Film Festivali’nde, Ankara Film Festivallerinde En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini aldım onunla. Reha Erdem ile devam ettim. Bazı filmlerinde sadece ses olarak varım. Bu çok güzel bir şey.”

“Baba Evi dizisi, çıraklıktan kalfalığa geçmekti”

Sadece Reha Erdem filmleri değil, birçok sinema filmleriniz var rol aldığınız. Derviş Zaim’in “Çamur”, “Devrim Arabaları”, “Malazgirt 1071” ve diğerleri de çok özel filmler.

“Evet, mesela ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ de çok ilginç bir filmdir. Oradaki rolüm İbrahim Paşa da benim için çok hoş bir roldür. Düzenin ve sistemin yalpalattığı insanları çok seviyorum. Onlarla uğraşmayı bir aktör olarak çok seviyorum galiba. Öyle şeylerle biraz haşır neşirim. Bu dizide de çok sağlıklı bir adam değil, oğluna ve evde karısına karşı. Gönül Dağı’nın başarısının en büyük nedeni de hepimizin içinde olan ve hepimizin gördüğü anneler, babalar, kardeşler, ağabeyler, ablalar, çocuklar var. Bozkır, doğa ve evlerimiz. Çok uzun süredir özlediğimiz ve etrafımızda aslında gördüğümüz ama birbirimize ‘Hayır böyle değilmiş yaşam.’ deyip ‘beyaz cam’da bakarak uzaklaştığımız bir şeyleri hatırlattı galiba. Başarı da burada sanırım.”

Gelenekselliği içinde barındırırken bütün karakterlerin ayrı ayrı örgüsünün ekrana yansıması izleyiciye tanıdık ve sıcak geliyor tabii.

“Bana da sıcak geliyor. Ben senaryoyu okuduğumda çok keyif alıyorum.”

İzliyor musunuz her bölümünüzü?

“Hepsini seyretmeye çalışıyorum, gerçekten. Çekimde değilsek ilk yayınlandığı anda. Çekimdeysek de ertesi gün bakmaya çalışıyorum.”

Genelde projelerinizi seyreder misiniz?

Hep seyrediyorum. Ben mesela sette monitör arkasına geçmem, bakmam. Arkadaşım nasıl oynuyor diye seyretmem. Sonuca bakmaya çalışırım. ‘Ben nasıl olmuşum’u mutlaka kontrol etmem lazım. Bir kalite kontrole girmek lazım ara sıra kendinizce.”

“Gönül Dağı çok iyi bir iş”

“Muhteşem Yüzyıl”, “Baba Evi”, “Hanımın Çiftliği”, “Kayıt Dışı” ve en son “Gönül Dağı” gibi bir sürü dizi projeniz oldu. Dizilerin hayatınızdaki yeri ve önemi nedir?

“Dizi bir oyuncuyu ekonomik olarak bir parça rahatlatan bir sektör. Nice tiyatro insanı arkadaşım var, dizilerde çalışıp tiyatro kuran. Tiyatroda para kazanamayıp dertlenip, diziden kazandığıyla tiyatronun çalışması, tiyatroyu var edebilmek için taşıyan, gerçekten cengaver diyebileceğim insanlar var. Benim de hayatımı yaşamım ve ailem adına kolaylaştırmak için diziye ihtiyaç duyduğum bir gerçek. 36 yıl üstünden Devlet Tiyatrosundan 1,5 yıl önce emekli oldum. Ama bununla yaşayamayacağımı çok net görebiliyorum. Çünkü oğlum yurt dışında okuyor. Ekonomik zorlukların hepimizi bir yerlerde kıstırdığı aşikar. Bu yüzden bir imdat kolu olarak da görüyorum aynı zamanda. Eğer benim dişlinin bir parçası olarak yer almam bana mutluluk veriyorsa, doğru işle buluşmuşum demektir. O anlamda Gönül Dağı da iyi bir iş. Evet, Hanımın Çiftliği, Dila Hanım, özellikle Baba Evi ilk büyük dizimdi benim. O, dizi sektöründe çıraklıktan kalfalığa geçmekti. Çünkü dizi sektöründe apayrı bir matematik işliyor. Kaldığınız yer neresi ise o mantıkla gün içinde beş defa aynı yerden başlamak zorunda kalabilirsiniz. Onu tutmak, onu hatırlamak, karakteriniz için çok önemli ise onu sağlamlaştırmak çok önemli. Ayrı bir mesaisi de var. Gecesi, gündüzü, soğuğu, sıcağı da yok. Bununla özellikle Sivrihisar’da karşılaştık.”

Görselliğin ekranda ön planda olduğu günümüzde diziler iyi oyuncular olmadan kotarılamıyor gibi. Öyle düşünüyor musunuz?

“İyi oyuncular olmadan işler hiçbir zaman kotarılamadı ki zaten. Mutlaka ve mutlaka ikinci ve üçüncü kadının, ikinci ve üçüncü erkeğin tiyatro kökenli olduğunu lütfen dikkate almanızı rica ederim. Evet, başrol oyuncusu kendini yetiştiren çok arkadaşımız var. İsim olarak zikretmeyeceğim ama şimdi yönetmen olan şarkıcı-türkücü arkadaşımız var. Bir Türkiye güzelimiz, genç bir jön arkadaşımız var. Aldığı derslerle, çalıştığı filmler gerçekten ben bile seyrediyorum. Çok ciddi eğitim peşinde koştu, kendini yetiştirdi. Bu isimler çoğaldı. Bu güzel insanlar yalnızca kendilerini çeken kameraya yan dönüp bakılamayacağını bir süre sonra anladılar. Onlar kendilerini eğitmek zorunda kaldı ve çok da başarılı işlere imza atıyorlar. Onları takdir ediyorum. Ama kendilerine yatırım yapmayan ve bu işlerde tutunmaya çalışanlar zaten görüyorsunuz doğal bir eleme usulüyle yavaş yavaş eleniyor. Keşke öyle yapmasalar, bu işte usta-çırak ilişkisi içinde ya da bir dramaturgla çalışsalar. Son 10 yıldır oyuncu koçu var. Artık bundan da bahsediyoruz. Oyuncu koçuyla çalışsınlar. Devamlılığını bilmek için bir asistan tutsun kendine. Yani sektörün kendi oyuncularıyla doğru şekilde haşır neşir olarak doğru eğitsin kendini ve bunu bulsun.”

Seyirciyi yetiştirmeye çocuk oyunlarıyla başlanılacağını savunuyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Bu çocuk oyunlarıyla başlayan bir nevi eğitim durumu hem sanat hem insanlık adına neleri değiştir sizce?

“Dünyayı değiştirecek. Dünyaları değiştirecek. Çocuklar ve gençler bizim geleceğimiz. Biz, onlara yatırım yapmazsak değişmeyecek dünyamız. Yani bildik, gördükle ilerleyecekler. Ama yaşamlarına estetiği, güzelliği tiyatroyla beraber getirebiliriz. Sadece tiyatro da demiyorum bu sinemadır, açık alanlardaki parklardır, sosyal değerlerdir, müzedir, bir konserdir. Çocukları yetiştirmemiz lazım. Okuldaki eğitmenlerinden başlamamız lazım. Bunun bir gereksinim olduğunu anlatmamız lazım eğitimcilerimize. Bunu gereksinim olarak hissettikleri anda değişim başlayacaktır. Gerçekten ‘eğitim şart’ sözü, eğitimin gerekliliğinden kaynaklanır zaten. Türkiye son 30 yılda okur-yazarlıkta başarıyı sağladı. Fakat bilgi, kültür ve birikim adına bir parça gerideyiz. Üniversitelerimizin haline bakarsanız ilk 500’de çok az üniversitemiz var. Çocukların eğitiminde ise çocuk tiyatroları çok önemli. Oradan başlar insanı tanımak. Kendinin dışındaki, annesi, babası, öğretmeni ve arkadaşları, bir tiyatroda bunların hepsini görebilir karşılıklı.

Bir bebek önce emekler, bir yere tutunarak ayağa kalkmaya ve sıralamaya başlar. İki adım atar, düşebilir. Bırakın düşsün, kalkacaktır. Ama siz onu tiyatroya götürürseniz, estetiği, felsefeyi, güzel sanatları, kitabı tanıtırsanız, başka bir dünya olduğunu anlar. Bu dünya ile onun varlığını yapılandırmaya çalışırsanız, düşünce sistemini özgür, bağımsız düşünce sistemi olarak yetiştirmeye çalışırsanız o da bu özgürlükle ülkesi için yararlı bir insan olacaktır. Bir çocuk oyununda yarına ait ne öğretebilirsiniz? Aslında her şeyi. Yüzleşeceği o an, tasarlayabileceği renklerden tutun neyi var edebileceğini, yanlışın ne olduğuna kadar her şeyi öğretebilirsiniz. Zaten tiyatronun asıl amacı da o işte. İnsanı insanla anlatma meselesi. Çocuk sadece ekranda ve sinemada değil, tiyatroda bunu gördüğünde, inanın bana çok daha iyi ve sürati hızlandıran bir eğitim modeli bulabilirsiniz. O yüzden çocuklar değiştirecek dünyayı.”

“Yeni projemizle Türkiye’de bir ilke imza atacağız”

Bursa, Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu’nun Genel Sanat Yönetmenliğini yapıyorsunuz. Neler yapıyorsunuz şu sıralar? Yeni projeler var sanırım gündemde?

“Sömestr tatilinde pazartesi-çarşamba günleri iki çocuk oyununu canlı yayınladık. Biri, ‘Yaşlı Kadın ve Papağan’, diğeri ‘Renkli Olsun Yarınlar’. Bu iki oyunun yanı sıra 23 Nisan için de büyük bir proje var. Nilüfer Kent Tiyatrosundan söz ediyorsak sadece sömestr tatili için hazırlamadık. Diğer bölgede bu oyunları Nilüfer Kent Tiyatrosu Oyuncuları oynamıyor, Nilüfer’de ve Bursa’da salgın nedeniyle işsiz kalmış tiyatrolarla ortak projeler üretiyoruz. Şimdi 3 tane daha yapacağız. 23 Nisan haftası için bunları internet sitemizden ve Youtube kanalımızdan yayınlıyoruz. Bir süre sonra bunların çokça olduğu bir dönem başlayacak. Onları da 23 Nisan haftasında açacağız. O, orada kalıcı olacak. Bu salgın dönemi bitene kadar kendilerinin açıp bir şeyleri görebilecekleri, dünyalarını değiştirebilecekleri bir dünya sunmak istiyoruz. Sadece onlarla kalmadık. Küçük Prens’i, evlerden çekerek bir masal anlatı şeklinde ‘Küçüklere Masal Büyüklere Hikaye’ diye yayınladık. Şimdi yeni bir projelerimiz var ama bir projemizle Türkiye’de bir ilke imza atacağız.”

Nedir o proje?

“Bir konteynır projesi, ‘Hamlet’in Bütün Ölüleri ya da Hamlet’in Mezarlık Ziyareti’. Bir konteynırı aldık ve 8 göz oda yaptık. Birebir oyuncu ve seyirci karşılıklı olacak. Seyirci baştan başlayacak ve sondan bütün oyuncuları tek tek seyrederek dışarı çıkacak. Büyük sürprizleri olan oyunun içeriğinde şöyle bir şey var; Hamlet oyununda ölen Hamlet’in iki arkadaşı Rosencrantz ve Guildenstern’ın dışındaki tüm karakterler ve iki mezarcı var. Bu yeniden bir yazım. Emre Feza Soysal yazdı. Nilüfer Kent Tiyatrosu yapıyor ve salgın düşünülerek bütün sterilizasyon ve havalandırma koşulları sağlanarak yapılıyor. Bu oyuna, 11 Şubat akşamı Nilüfer Belediyesi Binası Halkevi önünde gösterime başlıyoruz kısmetse. Çok yakın bir tarih kaldı. Eskişehir’de olmak güzel, evet çalışıyorum. Bir taraftan da içim, aklım, kafam, yüreğim orada çarpıyor ve sızlıyor. Az gün kaldı.”

Evet, bir de farklı bir proje yapıyorsunuz.

“Yani dünyanın bilmediğimiz noktaları var. Yapılmış mı diye baktık. Birebir yapılmamış. Ama bir kişi konteynırın içinde oyun oynamış. Yani seyirci gezici olmuş. Ya da 3-5 kişi seyirciyi konteynırda bir yere koymuşlar orada oynamışlar. Buna dair bir belge, bilgi yok elimizde. Türkiye’de bir ilk olduğunu biliyoruz. Bir dünya prömiyeri yapacağız. Bunu Türkiye’nin değişik kentlerine götürme şansımız olacak, taşıyabileceğiz. Sadece burası için düşünmüyoruz, ülke içinde kalsın diye istemiyoruz. Bunu eğer tanıtabilirsek, anlatabilirsek dünyada tiyatro adına ender yapılmış projelerden biri olacak.”

Dünyayı dolaşırken de dilini çeviri olarak mı oynayacaksınız?

“İngilizce ve Fransızca alt yazısını yaptık. Bu sadece konteynırda canlı seyirciyle olmayacak. Zaman zaman bunu canlı olarak belli şifreler vererek, belli bedel karşılığında internette de yayınlayacağız. Yine bu proje ülkede salgın döneminde zor durumda kalmış tiyatrolara ve oyunculara aktarılacak bir bütçe olacak. Yine bazı rolleri bazı ünlü dostlar oynayacak.”

İsim verebilir misiniz, kimler olacak?

“Verebilirim tabii ama şu anda vermeyeyim. En azından sözleşmeyi imzalayamadım dostlarımla. O yüzden ayıp etmiş olmayayım. Ama 8-10 arkadaşımız var ana cast’ın dışında. Bazı roller bazı geceler değişecek. Ki buradan elde edebileceğimiz geliri örnek Bursa’da Güney Marmara Kooperatifi diye bir tiyatro kooperatifi var, olduğu gibi oraya aktaracağız. İstanbul’da da ya tiyatro kooperatifi ya da Oyuncular Sendikası’na aktaracağız. Yani kişi bazında değil tanıdık bir kurum ve bildik, sicili olan, sigorta ödeyen kimselere aktırmak istiyoruz. Bu aktarma meselesinin deneyimini de daha önce ‘Dayanışmanın Yüzü Şiir’ diye bir platform kurduk. Orada çok ciddi bir çalışma yaptık. Destek Ol kampanyası yaptık. 100 ünlü aktör ve aktris şairlerimizin şiirlerini söylediler.”

Siz de galiba Afşar Timuçin’in şiirini söylediniz değil mi?

“Evet Afşar Timuçin, felsefe hocam. Onun şiirini söyledim.”

Geri dönüşü nasıl oldu?

“438 arkadaşımıza belli bir dönemde ikişer defa yardımda bulunabildik. Çok istediğimiz kadar ilerlemedi, gelişmedi, büyümedi. Çünkü ilk ay yardım eden insanlar olmaya başladı. Üçüncü ayında baktık ki o yardım eden arkadaşlarımız da sorunlu olmaya başladı. Uzun sürdü. Bu salgından en fazla etkilenen yer tiyatrolar ve sinemalar oldu.”

“Ülkemizin, salgından sonra yeni bir yapılanma sürecine gireceğine inanıyorum”

Bu sadece pandemi döneminin bir sorunu değilmiş gibi geliyor bana. Yani genel olarak tiyatroların ödenekleri veya sigortasız çalışan insanların olduğunu varsayarsak gerçekten tiyatro kazançlı bir yer değil. Geçinme zorluğu yaşayan çok insan vardır sanırım?

“Biz başlığımızı Tiyatro Emekçileri diye açtık zaten. Gişecisi, yer göstericisi, oyuncusu, ışıkçısı, dekorcusu, dekor taşıyanı, kostüm kreatörü, tasarımcısı, yönetmeni, dramaturgu, kim varsa. İstanbul’da bugün tiyatro kooperatifinin sayısı çok ciddi bir rakama ulaştı. Bir de tiyatro kooperatifine girmemiş nice tiyatro var henüz. Gireceklerdir umarım. Birlik olmak çok önemli. Hiç yoksa 15 kişi olsa deseniz çok büyük bir fabrika aslında. Her tiyatronun apayrı söyleyeceği bir şey vardır ve ona ulaşmak güzel bir şey. Umuyorum kültür politikaları yeniden düzenlenir. Umuyorum kültür politikasının değişmesi gerektiği, gerçek katkının insana yatırım olduğu anlaşılabilir. Zor zamanda sadece sanayiciyi desteklemek değil, insanı destelemek için bir şeyler yapmak lazım. Tiyatro salonuna giren seyirciyi devletin de desteklemesi lazım.”

Yeni bir sinema projeniz var mı?

“Sinemaya dair bir projemiz yok ya da bana gelmiş bir proje yok ama adıma konuşulan bir şeyler varsa ben bilmiyorum.”

Belki pandemi dönemi öncesi konuşulmuş ve bekleyen bir proje vardır diye soruyorum?

“Yok, bende yok. Keşke olsaydı.”

İletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

“Öncelikle buraya geldiğiniz için ve bu röportajı gerçekleştiren tüm dostlara teşekkür ederim. Sağ olun emek vermişsiniz. Eskişehir’deyiz çünkü. Ülkemizin, salgından sonra yeni bir yapılanma süreci içinde olduğuna inanıyorum.”