Usta sanatçı Ayla Algan: Hep komedi oynamak istedim hayatım boyunca, oynayamadım ya!
19 Ağustos 2020 Çarşamba 17:08
Dünyanın neredeyse bütün kıtalarını dolaşan, 83 yıllık yaşamında birçok ülkeye seyahat eden ve “İstanbul kadar güzelini görmedim” diyen, “Devlet Sanatçısı” unvanının yanı sıra sayısız ödüllerin sahibi olan usta tiyatro sanatçısı, yönetmen, şarkıcı ve eğitmen Ayla Algan, sahne ve kamera önü çalışmalarını sürdürüyor.
Algan bugüne kadar Türkiye’de Bergüzar Korel, Hazal Kaya, Onur Tuna, Sera Tokdemir gibi birçok ünlü ismin eğitmenliğini yaparken, oyunculuk dünyasına yeni yetenekler kazandırmaya da devam ediyor.
Ülkemizde kült haline gelmiş ve hala büyük bir keyifle seyredilen Sadri Alışık ile oynadığı “Ah Güzel İstanbul” filmiyle gönüllerde yer eden Algan, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) tedbirlerinin kalkmasının ardından evinin kapılarını Anadolu Ajansı için açtı.
Sanatçı, eşi Beklan Algan başta olmak üzere Muhsin Ertuğrul, Zeki Müren, Gönül Yazar, Sadri Alışık, Talat Halman, Tahsin Saraç, Ertem Göreç, Memduh Ün, Şener Şen, Jean Paul Sartre, Albert Camus ve nice önemli isimlerle olan anılarla dolu yaşamını AA muhabirine anlattı.
“Bütün hayatım boyunca dış dünyada savaştım.” diyen ve Yunus Emre’yi, “Sevelim Sevilelim” temasındaki şiirleri ve şarkılarıyla dünyaya tanıtan Ayla Algan, “Yunus Emre 13. asırda o Moğollarla, o savaşların içinde ‘Sevelim Sevilelim’ demiş. Birbirinize iyi davranın, insanlara iyi davranın.” mesajını verdi.
Hoş geldiniz efendim.
“Hoş bulduk, özledim sizi. Kaç zaman oldu görüşmedik, 10 yıl oldu mu? Sen de ihtiyarlamadın ben de ihtiyarlamadım…”
Biz de sizi çok özledik. Bayağı oldu. Biz her zaman genciz. Nasıl geçiyor korona günleriniz?
“Korona çok iyi geldi bana, ilk defa ben hep evde oturdum. Hep sokaktayım çünkü. Çocukluğumdan beri dışarıya seyahat ederim ve ben seyahati hiç sevmem. Ben Afrika’ya, Amerika’ya giderken herkes ‘Ne iyi gidiyorsun.’ diyordu. Ben ise hep gözüm arkada gidiyordum. İstanbul’u, Boğaz’ı, Büyükada’yı, Ege’yi, müzelerini seviyorum. Hakikaten hep gezdim daha güzelini de görmedim.”
Hayatınız hep dolaşmakla geçtiği halde İstanbul’dan da vazgeçemediniz…
“Yok, hep taşıdım İstanbul’u. Şarkılarımı da taşıdım dünyaya. Zühtü’yü de yaptım. Onu YouTube’a koyamadık mesela. Fransa’da Barclay Plak Şirketi vardı ve ben Yunus Emreleri yayıyorum bütün dünyaya. Televizyonlarda, müzelerde, Afrika’da, Olimpia’da çıktım falan, Fransızca, İngilizce söyledim. Talat Halman, Tahsin Saraç yaptı. Ben bir nevi onunla şarkıya girdiğim için dünyada onları yaptım ve geldim. Zeki Müren ‘Benim alt programıma girsene’ dedi. ‘Ayol ben Ajda mıyım? Ne söyleyeceğim. Çocukluktan birkaç Fransızca şarkı biliyorum, bir de Yunus Emrelerim var. Bir de Koca Öküz’üm, kadın özgürlüğü şarkılarım var onlar da müzikallerden kalma söylediğim. Yunus Emre bana ulvi geliyor’ dedim. ‘Söyle, söyle, sen tutarsın! Göreceksin dinleyecekler.’ dedi. Gazinoda Zeki Müren çıktığı zaman ne yemek yenir, ne içki içilir, ne gürültü yapılırdı.”
“Gazino yapıyorum diye bütün tiyatrocu arkadaşlarım bana karşı”
Gazinoda bir dinleme adabı vardı o zaman demek ki!
“Evet, gazino adabı. Yunus Emre’ye başladığım zaman servis de vardı. Tıss… Garsonları yolluyorlardı geri. ‘Demedim mi Ayla hanım?’ dedi Zeki Müren. Ben gazino yapıyorum diye bütün tiyatrocu arkadaşlarım hepsi bana karşı. Zannedersin ki ben kötü kadınım. Sonra kocam kulislere geldi, baktı herkes 2-3 saat önce geliyor. Bir boyanıyor, çene çalıyor, rahatlıyor, giyiniyor. ‘Aaa, bunlar iyi. Biz kurumsal, resmi tiyatroyuz. Bu kadar ciddiyet görmedim.’ dedi.
Geçmiş dönemlerinize tekrar döneriz. Ancak bu röportajı yaptıktan sonra köye gideceğim dediniz. Nereye gidiyorsunuz?
“Evet, Ayvacık diye bir yer var Çanakkale’den sonra geliyor. Assos ve Kadırga denizine yakın. Ayvacık yolundan saptığın zaman küçük köyler var. Biz orada yaratıcı drama yapıyoruz. Her yaz çocuklara diksiyon, İngilizce dersleri veriyoruz. İngilizce bilen zengin kadınlar var İstanbul’dan gelen ve ciddiye alarak çay, kurabiye yaparak çocuklara ders veriyorlar.”
Girit göçmeni tüccar bir baba ve ressam bir annenin tek çocuğusunuz. Ancak kalabalık bir aileniz varmış ama siz yalnız bir çocukluk geçirmiş ve şiirler yazmaya başlamışsınız…
“Aaa, nereden hatırladın? O zaman Beyoğlu’nda Tünel’de oturuyorduk. Evler caddede ama arkası denizi görüyordu. Çok güzel manzaralıydı. Bir de orada eski kalmış kiliseler, şapel gibi yerler vardı. Pazar günü saat 11.00 oldu mu kilise çanı çalar. Ben hem ezan sesi hem de kilise sesiyle büyüdüm. O kadar güzeldi ki… Org ile Bach çalıyorlardı dinlemeye gidiyorduk Sent Antuan Kilisesi’nde. Sonra bir Ortodoks kilisesi vardı onun yanında, bahçesinde kazlar bile vardı. Orada harika bir lokanta vardı Hacı Baba. Hatırlıyor musun? Orada kiliseyi seyredip döner yiyorduk çocukluğumuzda.”
Evet hatırlıyorum, birkaç sene öncesine kadar vardı. Siz o zaman şiirler yazmaya ve piyano eğitimi almaya başlamışsınız 5 yaşındayken, öyle mi?
“Evet, eğitimini aldım, uzun yıllar çaldım. Zaten büyük orkestralarla şarkı söylemeyi bilmem solfej bildiğim için oldu. Nota okumayı bildiğim için büyük orkestralarla söyledim. Herkes öyle büyük orkestralarla söyleyemez.”
“Herkes apartmanlara gitti o güzelim arkadaşlıklar yok oldu”
Tek çocuk olduğunuz için mi bu yalnızlığı duydunuz içinizde ve sanata doğru yönlendiniz? Gerçi anneniz de ressammış ama…
“Annem ressamdı ama babam Girit’ten beş kuruşsuz geldi. Buradaki Türkler oraya gidiyor, oradaki Rumlar buraya geliyor. Mübadele dönemiydi. Dolayısıyla ne çiftliği satabildiler ne bir şey. Annem de portre resim yapıyordu. O zaman da galeri yoktu. Kime resim yapacak? Kız arkadaşlarından da para mı alacak? Onun için stilist olmaya, elbise çizmeye başladı. Senede 2 kere Paris’e Christian Dior’a gidiyordu. Bizim bütün renklerimiz, o morlarla cam göbeği yeşilleri kullanıyordu. Adamlar deli oluyordu, ‘Nereden buluyorsun bunları getiriyorsun’ diye. Onun için beni orada okula yolladı. Ben burada Notre Dame De Sion’da okudum. Ortaokulu bitirdikten sonra liseye gittim. Burada bir Perihan hanım vardı. Benim Türkçemi düzeltirdi hep. Öyle bir illet olmuştu. Reşat Nuri’nin (Güntekin) de kızı Ela vardı. O da Dame De Sion’daydı. Bizim Fransızcalar iyi, Türkçeler rezalet. Rum, Ermeni. Benim edebiyatım çok iyiydi ama o Perihan hanım nedense canımızı çıkarırdı. Ela’yı da beni de ikmale bıraktı. Annem de, ‘Fransızca öğrensin diye yolladım’ diyerek beni Paris’e götürdü.”
Versay’da mı okudunuz liseyi?
“Evet Paris’ten uzakta Versay’da… Bir orman içinde, bizi çarşamba – perşembe tiyatroya götürürlerdi. Geçenlerde Paris’te bir Türk radyosuyla program yaptım. Sartre’ı mesela anlattım, Yunus Emre’yi konuştuk. Ben sınıf atladım orada. Edebiyatım Fransa’da çok iyiydi. Buradaki nedense takmıştı bana. Düşünsene bir edebiyat hocam vardı orada. Kocası Cezayirliydi. Bana ‘Sen Kur’an-ı Kerim’i okudun mu?’ dedi, Müslüman’ım diye. İncil’i sordu, İncil’i biliyordum. Çünkü Fransız’dı matmazelim. Bu ‘sir’ler desen Allah. Bütün İsa’nın paskalyası, bütün bayramları yaşıyorduk. Hem bizim bayramları hem o bayramları. Paskalyasına Türk’ü gidiyor. Müslüman’ı diğerine gidiyor. Kurban bayramı, kandilleri sayıyorlar, helva götürüyorlar. O kadar iyiydi ki… Apartmanlar o arkadaşlığı yedi. Herkes apartmanlara gitti o güzelim arkadaşlıklar yok oldu.”
İlişkilerin sıcaklığı yok oldu diyorsunuz…
“Paris’te o radyoya da onu söyledim. Oradaki gençler bilmez bunu. Benim bildiğim şarkıları da bilmez onlar. Ben Fransa’nın gençliğini yaşadım. Sartre sokaklarda, Camus öyle. Juliette Greco, egzistansiyalist sokaklarda geziyor. Yani tiyatroydu sokaklar. egzistansiyalizm çok iyi bir felsefeydi.”
Varoluşçuluktan bahsediyorlardı değil mi?
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bir felsefeydi. Orada sokak yazarları çıktı. Eugene Lonesco, Samuel Beckett hep sokak yazarları, oradan çıktı. İşte ‘savaş sonrası yazarlar’ diyoruz biz tiyatroda onlara.”
“Yılbaşında tanıştım, Ağustos 27’de nikah yaptım”
Sizin denk gelip tanıştığınız yazarlar var mı?
“Tabii 15 yaşındayım, Sartre, Ate, yani tanrıtanımaz. Habire, ‘O sakallı böyle konuşuyor. O sakallı benim hayatıma karar mı verecek? Ben istersem intihar ederim.’ Camus öyle konuşuyor. Sartre başka türlü. Bizi konferansa götürdüler. 15 yaşında çocuk, seyrediyoruz biz bunları. Habire ‘Allah’ diyor. ‘Mösyö siz Ate misiniz?’ dedim sonunda. ‘Evet’ dedi. ‘Niye böyle Allah Allah yapıyorsunuz?’ dedim. Tabii çocuğum. Söylediği şeyi duymuyorum da hareketlere bakıyorum. Tam aptal çocuk kafası. Ama ‘Haklı yahu bu küçük kız.’ dedi. Öyle hatıralar var.”
ABD’deki Actors Studio yolculuğunuz çok faydalı olmuş Türkiye’deki yaratıcı drama için sanırım?
“New York’ta Macar psikiyatr- yazar Moreno vardı. Bu yaratıcı dramayı çıkaran adam. Bizim okulda Moreno sahnemiz vardı ki sanki ortaoyunu gibi. Hiç dekor yok. Sırf muhayyeli yapıyorsun, görüyorsun, bazı şeylerde kokuyla çocukluğuna gidiyorsun. Hem psikolojik hem pedagojik…”
Oradaki donanımınız burada yaratıcı drama eğitim kurumları açmanıza sebep oldu diyebilir miyiz?
“Ama burada İnci Sanlı, kitapları da var. O bütün sanatları bilerek girdi. Resmi biliyor, sinemayı biliyor. Yaratıcı dramanın asıl kurucusu İnci Sanlı. Tamer (Levent) ile ben sonradan katıldık. Şimdi bir senedir Milli Eğitim Bakanlığı diploması veriyorum. Intensive Course (yoğun kurs) yapıyorum. Çünkü öbür kurslar 4 seneydi. Ayol kız evleniyor, çocuğu doğuyor. Hala mezun olmuyor. Şimdi gidip çalışabiliyor.”
Şimdi hayat bir de çok hızlı akıyor ve gençler de hızlıca sonuç bekliyorlar değil mi?
“Evet, bir de o var. Bakın şimdi korona döneminde bilhassa 4 yaş, 9-12 yaşlar çok istifade ettiler online. Biri gitar dersi alıyor, gitarını çaldı, hoca başka nota gönderdi ona, çaldı ezberledi, diğeri şarkı söyledi. Öbür çocuklar resim falan yaptı. En son dergi çıkarttılar çocuklar. Dergi çok mühim, bir sürü haber ve fenomen var.”
Tabii siz bir sürü yaş grubuna ve hayatlarına değiyorsunuz, ne güzel.
“Evet, bir de sinemacı grubum var.”
Sinemacı grubuna gelmeden önce Beklan Algan’ı sormak istiyorum. Nasıl tanıştınız ve lise bitmeden daha 6 ay içinde neydi aceleniz, evlenmişsiniz. Çok da küçükmüşsünüz. Çok mu aşık oldunuz?
“Evet, sonradan aşık oldum hakikaten. Hayır, neden biliyor musun? Yılbaşı gecesi Fransa’dan dönmüşüm eğlenceme bakıyorum. Yazın da Anadolu Kulübü’ndeyiz danslar ediyoruz. Panosyan var, her dansı bilir, bize getirir, öğretirdi. Ben onunla ederdim hep, çok seviyordum dansı. Eğleneceğim falan derken bu adam çıktı karşıma, tanıştım. Yılbaşında tanıştım, Ağustos 27’de nikah yaptım. Eylül’de Hilton’da kaldık. Ev de açmadık düşün 15-20 gün. Sonra Amerika’ya gitti ev tuttu. Beni annem Paris’e götürdü. Üst baş yaptık. Çeyizi de… Çeyizim bile yoktu yani.”
Çeyiziniz nasıl olsun? Daha yeni mezun olmuşsunuz liseden…
“Evet daha okulluydum. Onun için acele oldu yani. O da öyle, zavallı Beklan sanatı çok seviyordu. Onun evinde o kadar sanat grubu yoktu. Ciddi bir evdi. Baba öyle, babaannesi öyle. Müslüman. Resim koymaz salona. ‘Bismillah’ koyar falan. Öyle büyüdü Beklan. Halbuki bizim ev deli evi. Bize haftada bir şairi gelir, sinemacısı gelir. Tam istediği şeydi. Çünkü o önce girdi Actors Studio’ya. Robert Kolejli, Boğaziçi’nde okudu. Orada Hamlet üzerine seminer vermiş kütüphanede. Kendi de farkında değil tiyatroyu sevdiğinin. Orada da gidiyor tiyatro kitabı satın almaya. O sırada Actors Studio’dan Michel vardı çocuk, ‘Sen oyuncu musun?’ diyor, tabii yakışıklı da… ‘Ne kitabına bakıyorsun?’ derken okulu öğreniyor gidiyor ve yazılıyor. Tabii ben kıskanç durur muyum? Ben çocukluktan beri step yapıyorum, şarkı söylüyorum filan. ‘Sen gidersen ben de giderim ya…’ dedim. Öyle girdik tiyatroya. Ondan sonra işini bıraktı Beklan. Yoksa babasının krom işleri vardı. O da tabii İngilizce bildiği için bütün yazışmaları yapıyordu. Biz evlendik herkes balayına gittik zannediyor. Çünkü evlendik gidecek yerimiz yok. Fabrika Niagara Falls’ta. Niagara Falls da bütün Amerika’nın balayına gidilen grupların olduğu yer. Benim kız arkadaşlarım ‘Ooo, bir de balayına’ diyor. Ben nasıl sıkılıyorum. Bak bu sandık var ya, bu sandıktaydı elbiselerim gidinceye kadar. 3-4 sene sandıktan giyiniyordum. Oradan giyiniyordum. Gitmek istiyordum bir an evvel Niagara Falls’tan.”
“Ben iyi oyuncu olduysam bir Beklan Algan’a bir de Muhsin Ertuğrul’a borçluyum”
Sonra birlikte tiyatroda yol aldınız ama…
“Sonra tiyatro oldu. O zaman değişti ama Niagara Falls’ta Amerikan evleri var ya pazar günleri komşusuyla et yaparlar. Hiç kimse yok orada. Hele kışın. Filmlerde var. Biz ilk orada paralı balayı yaptık. Para kazanıyoruz diye.”
O da değişik bir hayat seçmiş sonra. Babasının işlerini devam ettirmek yerine, değil mi?
“O madenci olacaktı ama madenci de olamazdı. Burada Muğla’da maden var. Çıktığı zaman dağa, bayılıyor yere yatıyordu. Kan görse bayılıyor. Naif bir çocuktu yani.”
Ama efendim çok yakışıklıymış Beklan Algan. Nikah fotoğrafınıza bakıyorum da çok güzel bir çift olmuşsunuz açıkçası. Sonra da işlerinizde birlikte yol almışsınız…
“Öyleydi. kızlar çok seviyordu onu. O rejisörüm oldu. Ben iyi oyuncu olduysam ona borçluyum. Bir de Muhsin Ertuğrul’a…”
Peki ABD’deyken Muhsin Ertuğrul’un sizi oradan çağırması ve Şehir Tiyatroları’na başlamanız nasıl oldu? Türkiye’de ilk kez sahneye 1961’de “Tarla Kuşu” oyunuyla çıktınız ve aynı yıl, “Hamlet” oyununda, hem Ophelia hem Hamlet karakterlerini canlandırdınız…
“Bak burada heykeli var. Nusret Suman yaptı. Çok güzel bir heykeldi. Onun kalıbını aldım Şişli Belediyesi sinemayı tiyatro yaptı oraya verdim. Bir tanesi de Muhsin Ertuğrul’da. Atatürk’ün büstlerini yapan kişi. Çok başarılı. ‘Tarla Kuşu – Jeanne d’Arc’ ile başladım. İki kere Ophelia, sonra Hamlet’i, ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’nı oynadık. O sırada politik olaylar vardı.”
Ama şunu merak ediyorum; kadın ve erkeği oynamak nasıldı?
“Kadın da o söylediklerini söyleyebilirdi. Bir Ophelia geldiği zaman rahatsız oluyordum. Bir de oynamış olduğum bir tipti.”
“Kendi sesimi bir tek Kurtlar Vadisi’nde kullandım”
Dikkatimi çeken aynı oyun içinde farklı karakterlere rahatlıkla girebilmeniz oldu. “Hamlet”in yanı sıra Nazım Hikmet’ten “Memleketimden İnsan Manzaraları” mesela… Orada da 5 farklı karakteri sahnede canlandırdınız. Sahnede farklı karakterlere bürünmek bir oyuncuyu zorlayan bir şey midir?
Ayla Algan: “Karaktere girdikçe biz daha rahat ederiz. Şimdi ben kendi sesimi bir tek ‘Kurtlar Vadisi’nde kullandım. Çünkü kadın benim gibi, profesör. Krom, boraks araştırıcısı ve boraks ile ilgili her şeyi kayınpederimden biliyordum. Boraksı bir gecede fakirleştirdiler. Etibank aldı oradan da İngilizler, Amerikalılar satın aldı. Şimdi boraks ile temizleyici yapıyorlar. Oynadığım rol benim geçmişim gibiydi kayınpederimden dolayı. Bir de söylediği şeyler o kadar doğru ki… Hepsini yazdılar, hepsini de söyledim. Mesela Aliye’de bu sesimi kullanamam. Uçarı bir kadın, model çiziyor. O tipte eğer ben kendi sesimi kullanırsam ben rahatsız olurum. Ses katmanımın da o kadın ve o kişiye ait olması lazım.”
Ama sahnede durum farklı olmalı tabii…
“Yok sahnede değiştirirsin de plağa girdiğinde öyle olmalı. Ben her şarkıyı başka türlü söylüyordum. Dediler ki ‘Böyle yapma.’ Çünkü plakta tek ses. Mesela dinliyorsun Ajda, dinliyorsun Ayla. Tiyatroda öyleydim, sahnede de anlatıcı sesimi kullanıyordum. Plakta olmuyor tabii…”
Anlatıcı sesim deyince, Polonya’da 1977’de Sopot Müzik Yarışması’nda birinci oldunuz. İlginç bir hikayesi olan ve Kızılderililerin yaşantısını konu edinen, Fransızca söyleyerek anlattığınız bir parçaymış….
“Amerika’ya ilk gittiğimde bu Kızılderililer kampların içinde demir parmaklıkların içindeydi. Ya da ben uyduruyorum, öyle hatırlıyorum. Dışarı çıkamıyorlardı. İnek sürüsü gibi affedersin. Nasıl kızdım… Düşün Fransa’dan geliyorum…”
İnsanlık dışı görüntüler yani?
“İnsanlık dışı bir şey. Acayip geldi bana, bir insana bu yapılır mı? Fransa’da egzistansiyalizm oku, okur gezer ol. Birden onları görünce… O yüzden hıncım vardı. Amerikalılar gelip bazen bizimle alay ediyorlardı. ‘Hamamınız var Allahtan sizin!’ diyorlar. Bunun gibi iğneleyici laflar… ‘Ermenileri kestiniz.’ Yapmadığımız halde. ‘İç savaştı, Britannica’yı aç. Bak orada subayın Osmanlı, Türk ya da Anadolu üniforması değil.’ diyorum. Böyle hayatım boyunca dış dünyada hep savaştım.”
“Kızım Sevi’nin ismini Yunus Emre’den aldım”
Kızınız Sevi de dansçılık kariyerinde ilerlemiş. İsmi ne kadar güzel. Kim verdi bu ismi, siz mi eşiniz mi?
“Evet, Hollanda’da dans bilimi okudu. Zihin ve beden bir arada. Yunus’un kızı Sevi. Yunus Emre bir dizesinde, ‘Bu dünyaya dava için gelmedim, sevi için geldim.’ diyor. Yani hem barış, hem aşk. Mevlana gibi. Yunus Emre’den aldım. Tam Yunus Emre zamanı hem yayıyordum hem şarkılarını söylüyordum.”
– Bu yarışma dönemi sizin için ilginç bir deneyim olmuş.
“Evet, ilk yarışmamı ‘I Love You’ diye bir parça ile Bulgaristan’da yaptık. Erkan Özerman menajerimdi. Rus yarışmacıya birinciliği, bana ikinciliği verdiler. İlginç bir şey anlatacağım; o sırada Türkler Bulgaristan’da Rus şeyi altındaydı ve bu adamların Türk olduğu nasıl belliydi biliyor musun? Erkeklerde altında şalvar, üzerinde ceketle, ben şarkı söyleyeceğim diye paracıklarını toplamışlar ve gidip ilk sıralarda bilet almışlar. Tam festival başlıyor, ‘Bir sürü Türk geldi. Biz bu giysilerle onları içeri sokmuyoruz.’ diye haber geldi bana içeriden. ‘Tamam, onları sokmazsan ben de buradan giderim dışarıda söylerim şarkımı. Onlar neredeyse ben oradayım’ dedim. Onları orada görmezsem şarkı söylemem ve edepsizlik çıkarırım, rezil olursunuz dünyaya.’ dedim. Onları da gördüm orada. Söyledim, ikincilik verince manasız geldi bana. Seyirci paltolarını, ceketlerini atıyor sahneye. Fanatik tavır eklendi ama şarkım iyiydi tabii.”
Sizin böyle bir yolculuğunuz olmuş. Tasavvuf felsefesi, insan varlığının durumu, bugünün insan doğasını araştırmalarla ilgili bu bedensel hareketleri hem sahneye taşımak hem de şarkılarla dolaşmak… Fransa, Orta Asya, ABD, Avrupa ve Afrika’da konser ve dinletilerinizin ardından Paris’te Barclay Plak Şirketi tarafından plaklarınız çıkmış.
“Evet, Leo Misir ile… Menajerim Erkan bir yerlerdeydi. Leo Misir erken geldi. Ben sandviçimi yiyorum, Erkan’ı bekliyoruz. Bana ‘Siz Türk şarkıcısınız. Biz İstanbul’a çok geliyoruz. Dario Moreno bizim şirketten, onu çok seviyoruz. Ne şarkı yapmak istersiniz?’ dedi. Ben ‘Kendi geleneklerimden bir şey yapmak, hem modern hem de Yunus’u yapmak istiyorum.’ dedim. Çünkü zaten o sırada Yunus Emre plağını Kültür Bakanlığı yoktu, Turizm Bakanlığı ve Dışişleri yapıyordu. Pasaportum da yeşil değildi, gümrük pasaportuyla Dışişleri’ne gidip geliyordum. Dolayısıyla Yunus Emre ‘Sevelim Sevilelim’ onu yapmak istiyorum. Bir de gençliğin de sevdiği ‘Zühtü’ parçasını yapalım dedim. ‘Aaa, yapayım, çok güzel bu, bütün Arabistan’ı kırarsın. İran, Suriye gider bu.’ dedi. Üzerine İngilizceyi ve hikayelerini yorumlayarak, vokalleri yaparak düzenledim. Yunus’tan sonra ikinci longplay o, sonra burada başkaları oldu.”
“Sapına kadar Müslümanım”
Peki bu arada 1964’e geri dönelim. ‘Karanlıkta Uyananlar’ filminizde Beyoğlu’ndaki işçilerin toplanmasından tutun da işçiler, grevler ve başka konulara kadar her şeye değinmişsiniz öyle mi?
“Grevi başlatıyorduk ama biliyor musunuz? Solcu olmaya lüzum yok. Onları hayvan toplar gibi topluyorlardı. Taksim’de konsolosluğun sokağında üstü açık kamyon geliyordu, bunların ellerine bakıyorlardı ve kamyona koyuyorlardı. İşçi, amele gibi alıyorlardı. O sırada biz kalem topladık, İşçi Partisi’ni kurmaya çalıştık. Şairler, Yaşar Kemaller, Ferit Edgüler… O zaman iyi kalpli olan, bunlara acıyan kim varsa hep vardı. Memduh Ün, Atıf Yılmaz hepsi vardı.”
Lütfi Akad, Fikret Hakan, Kenan Pars, Tülin Elgin, Ertem Göreç ve siz bu filmi yapmışsınız. Fakat ne yazık ki film yasaklanmış ve hiçbir sinemada gösterilememiş o dönem. Değil mi?
“Beklan da oynadı. Sevgiliyi oynadık. Vedat Türkali senaryoyu yazdı ama senaryoda herkese bir şey buldu. Burjuvalara, resim yapan burjuva kıza da, hepsine Türk işçisinden yana baktı. Amerikalıları sonunda ‘Biz varız’ diye yolluyordu. O sırada biz şöyle bir yerdeydik; Amerika’ya ‘Buyurun’ dedik bilmem ne anlaşmasıyla. En az parayı da bize verdiler ayrıca. Köy Enstitülerimizi kapattılar Rus eğitimi var diye. Ben şimdi köye gidip çocukları eğitiyorum. Rus muyum ayol? Sapına kadar Müslümanım. Bunların içinde hem konuşuyoruz hem büyüdük hem bunları düzeltmeye çalışıyoruz derken hepsinin şeyi atınca oynatmadılar.”
Ama sonra oynatılmış galiba…
“Sonra oynandı. Bir kanal da satın aldı. Atıf, ‘Çok ziyan gördün evladım senelerdir.’ dedi Ertem Göreç’e.”
Ama sizin popüler olmanız Atıf Yılmaz’ın kült haline gelen ve hala izlemekten keyif aldığımız ‘Ah Güzel İstanbul’da Sadri Alışık ile oldu. Sadri Alışık ile neler yaşadınız çekimlerde?
“Ay evet. Hala izliyorlar. Sinemada Sadri’den çok şey öğrendim. Ben küçük bir tiyatrocuydum büyük oynuyordum. ‘Aylacığım yakın planda gözlerinle oyna, gözlerinle bak, gözlerinle kork.’ derdi. Ben de şimdi çocuklarıma onları öğretiyorum. Sinema başka türlü bir oyunculuk istiyor. Bir kere montaj bileceksin. Çünkü herkes tiyatro gibi zannediyor. Tiyatro gibi değil ki. Konservatuvar bitirmiş yakışıklı, güzel çocuklar ayrıca sinema dersi almaya geliyorlar bana. ‘Git sinema oyunculuğu öğren’ diyorlar. Ne yapsınlar?”
“Eşim çok düşünür sonra adım atardı, o düşünürken ben oraya girer kendimi içinde bulurdum”
“Ah Güzel İstanbul”dan biraz daha bahsedelim. Mesela dile pelesenk olan sosyal medyada da paylaşılan, sizin Sadri Alışık’la artık birlikte olmaya karar verdiğiniz anda “Ne yapacağız şimdi bundan sonra?” repliğiniz var. Hatırlıyor musunuz?
“Evet, saf bir kızdı o. Çoğu bakıyorum da İzmir, İzmir demelerinde bir şey var. Yani benim bir sürü talebem İzmir’e geliyor. Çoğu çok iyi hoca ya da oyuncu oluyor. İzmir’in kızlarında bir şey var yani. Ya deniz kenarı ya başka bir şey. Hollywood gibi anlıyor musun? Onu oynadım orada. Çok komik bir kızdı tabii. Şehnaz Longa var ya bizim klasik Türk Musikisi’nde, onunla matrak geçiyordu orada. Sadri bana ‘Ayşe benim adım, gecekonduda yaşarım’ yapmıştı. Bir de ‘Ben küçük cezveyim, elden ele gezmeyim’, onu yapmıştı ve çok tutmuştu. Hep komedi oynamak istedim, hayatım boyunca oynayamadım ya!”
Oynamadınız mı?
“Hep ciddi roller verdiler. İşte bu kadar. Aliye’de bir şeyler bulup sıkıştırıyorum.”
Devlet sanatçılığı unvanınız, ödülleriniz, UNICEF Onur Ödülü’nüz ve 1971’de Olimpia’da sahneye çıkışınız da var. Bunları da es geçmeyelim…
“Ben tam Yunus Emre yaptım. Olimpia’da Ajda çıktı ama başkasının programına çıktı sazlarıyla. Cemil Demirsipahi çaldı sazı. Timur Selçuk. İstedim ki hep bizim insanlarımız olsun.”
Şimdi bu röportajımızda da daldan dala atlıyoruz. O kadar yaşadığınız güzellikler var ki anlatılacak. Peki şunu sormak istiyorum. Bu kadar çok şey yaptınız. Bunların hepsi planlı mıydı? Yoksa bu röportajımızdaki anlattığınız gibi, onu yapayım, oradan oraya geçeyim gibi bir duygu muydu?
“Erken başladım. Yok, benim eşimle aramda bir zıtlık vardı. Eşim çok düşünür sonra adım atardı. O düşünürken ben oraya girer kendimi içinde bulurdum. Ben her zaman samimi oldum. Dün gece burada sizinle röportaj yapacağım, ‘Ne giyeyim, ne yapayım?’ diye heyecanlıydım. Yine o heyecan var insanda. İnsanda o heyecan bitmiyor. Onun için de bir an evvel yapayım ve iyi bir şey bırakayım istiyorum.”
Çok sağolun biz de çok heyecanlıydık sizinle görüşeceğimiz için. Peki o zaman eşiniz Beklan Algan ile zıtlıkların birlikteliğini yaşamışsınız ve bir ömür boyu sürmüş. İlginç değil mi? Bir de o daha temkinliymiş size göre öyle mi?
“Sürdü, sürdü. Evet, o oyunlarda da titizdi. Eve geliriz annem ‘Artık rahat bırak!’ derdi. Jeanne D’arc’ta halim çıkmış. Zaten bugün dizimin ağrıması Jeanne D’arc’ta sporcular gibi menisküs olduğum içindir. O şimdi tepti yine.”
“Zeki Müren, bir sen unutmadın beni canım kızım derdi”
Peki siz davranışsal çocuk psikolojisi üzerine ve oyuncularla nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?
“Büyükanneler, bilin ki çocuklar annelerin. Geçirdiğimiz günler çok önemli, sen sormadan ben söyleyeyim, istiyorum ki 0-3 yaş ilkel benlik. Hayvanda ne varsa çocukta da o var. Koku, tat, süt, anne kokusu ve kucak… Bizim okula bir çocuk geldi kimseye bakmıyor. Annesine, ‘Peki bu çocuğa süt verdin mi?’ diye sordum, ‘Yoktu sütüm veremedim.’ dedi. Mama vermiş ama uzaktan. Onun için bakışı öğrenmiyor. Tat, koku, bakış… Biz bunları role girmek için kullanıyoruz zaten. İlk anneyi tanıyor, sonra babanın dokunuşu, kucak. Şimdi aynada başla biraz dedim. Hem seni görsün hem kendini. Oyun hazırlıyorum. Bakmak nedir bilmiyor ki çocuk. 4 yaşında çocuğu dinleyeceksin. Beden dersi ister çocuk. 4 yaş ilişki başlıyor zaten. İlkel benlikten sonra ego-ben geliyor. Köklerden sonra gövdesi geliyor. Dalları da ‘sosyal ben’ oluyor. Dolayısıyla 9-12 yaşında süper egosu gelişiyor. Biz buna bankacı psikolojisi diyoruz. Gidersin sorarsın; ‘Ne oldu faizler?’ Anlatırlar… Peki ‘3 aylık ne yaparım?’ Anlatır… Hep o bilir sen bilmiyorsun. Hep o haklı, ben de bilmiyorum soruyorum.
Pedagojik olarak anne, baba, etrafıyla psikolojik ben oluşuyor. Bir de ‘sosyal ben’i, kimliği var. O da okul arkadaşları, öğretmeni, müdürüyle oluşuyor. Sinan Çetin’de de ders verdim ben. Hatta orada bütün üniversitenin sinema müfredatını hazırladım onlara. 1 sene çalıştım müfredat üzerine. İlk Sera (Tokdemir) çıktı orada, Hazal Kaya çıktı, küçücük bir kızdı. Dedim, ‘Buna erkek nasıl bulacağız?’ O kısacık boyuyla nasıl iyi bir oyuncu oldu. Dizisi öyle bir tuttu ki hamile kaldı. Diziyi de hamile yaptılar. Çocuk doğunca bıraktı. O da benim gibi çocuk doğurunca bıraktı. Ne yapsın? Hamileyken gazino yapıyordum ayol. O da Gönül Yazar ‘ille yap, yap’ dedi, alt program. ‘Aman İzmirlere gidemem.’ dedim. Ben İzmirlere gidiyordum. Biz İzmir’de Tanju (Okan), ben en son çıkıyorduk. Şimdi ben festivallerde birincilik kazandım ya, orada Gönül Yazar saat 00.00’da çıkar, ondan sonra da ‘Kim çıkarsa çıksın’ der gider. Ben kalıyorum diye, Tanju kalıyor diye kimse gitmiyordu, hepsi kalıyordu. Gönül de ‘Ay iyi vallahi sen de tiyatrocuydun, hani beğenmiyordun bizim gazinoları? Nereden oldun şimdi?’ diyordu. Çok hoş, çok severim onu. En çok Gönül ve Zeki Müren’le çıktım. Biz bir ara Zeki Müren’le Bursa yaptık. ‘Yeşil Bursa’m dedi. O günü büyük bir kazık attılar adama.”
Ne oldu?
“Kimse bilmiyor. Söylemeyeyim boş ver. Yani gelmediler birinci günü. Ertesi gün tam dolu halk. Yani burjuvalar nedense bir karşı çıktı. İlk defa sahneden indik oturduk, şarkı söylesin diye bize. Ertesi gün halk böyle mahşer. Zeki Müren, klasik Türk musikisinin Muhsin Hocasıdır. Tiyatroda Muhsin Hoca, müzikte de Zeki Müren… Ben hep onu anarım. O zaman da öyle telefonu açar, hele son zamanlarda hep telefonu açar, ‘Bir sen unutmadın beni canım kızım. Bir sen unutmadın!’ derdi. O koca adam kaç kişiyi yetiştirdi. Hem besteci, hem Türkçesi harika. Keşke herkes onun gibi Türkçe konuşsa.”
Projeler var mı hayalini kurduğunuz “mutlaka yer almalıyım” dediğiniz?
” ‘Tutunamayanlar’ vardı. Güzel, absürt bir şey. Ben ‘Tutunamayanlar’ için filmlerden saçıma bukleler yaptım. Ama bunlar hep dışarıda çekiyorlar. Ben ne yapacağım dedim. Gittim, nasıl soğuk. Beykoz tarafında kar başlamış. Yokuş. Arabadayım, makyaj masası koltuktan kayarak aşağı gidiyorum. Senaryomu da hazırladım, bukleli saçlarımı yaptım, komik şeyler de buldum çok güzel ama yok. O gün de tesadüf başrol oynayan adam bronşit olmuş hastaneye uğradı. Tabii olur. Yani düşün biraz aşağı inip bir şey çekecektik. Oğlum dedim ben yapamayacağım bu işi. Bak bukleler. Diyorum ‘Ay çok yorgunum bütün herkesin hayatı başımda.’ Güzel değil mi?”
“Kenan Işık çok iyi bir rejisördü”
Çok güzel…
“Gogol’un Mehmet Ulusoy’un sahnelediği ‘Ölü Canlar’ oyunu vardı. Paris’te vardı oynadığım bir oyun. Oyunda cimri bir adam var. Onun hizmetçisi, tam benim Girit’ten gelen dadı. Yorulmasın diye dayanır bir yere iş yapardı. Onu Fransız bir kadın oynuyordu. Bu, ‘Rol küçük.’ dedi, gitti. Benim rolüm büyüktü, bir Rus kadın oynuyordum. Hatta oradan Paris’te bir filmde bana teklif geldi. Brigitte Bardot ve Jean Moore’un menajeri bir Rus kadın geldi oyunu seyretti. Beni Rus zannetti tipe giriyorum diye. Kadın turneye gelmeyince Fransa’ya ben gittim. Mehmet’e gidip, ‘Üzülme be. Dadım var Girit’ten gelme. Onu yapayım, oynayayım sana istiyorsan.’ dedim. ‘Yap bakayım.’ dedi, canlandırdım.”
Elimizde canlı bir örnek var dediniz yani…
“Ay bir gülüyorlardı ama… Konuşmasını taklit ettim. ‘İyi ki aldın rolü’ dediler. ‘Gelmesin o karı.’ dedim. Ne demek küçük rol? Paris’te oynayacağız da Fransa’ya turneye gideceğiz, gelmiyor. Terbiyesiz. Tiyatroculuğum tuttu.”
1996’da İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Genel Sanat Yönetmeni Yardımcılığı da yaptınız. Maşallah her şeyi yaptınız…
“Evet, Kenan Işık ile beraber yaptım. Kenan Işık’ın sahneye koyduğu oyunlarda oynadım. Çok iyi bir rejisördü. Bizim TAL’a (Tiyatro Araştırmaları Laboratuvarı) gelir, ‘Yeni yaptığınız bir şeyler var mı çocuklar?’ derdi. Tuncel Kurtiz ile öyle İşçi Tiyatrosu yapıyorduk Almanya’da, Beklan kurmuştu. 1980’e kadar orada kaldık. Tuncel Kurtiz, Şener Şen, ben… Macit Koper librettoları yazdı. Ergüder Yoldaş müzikleri yaptı. İşte o Ergüder, Sopot’u da yaptı. Onları da başka zaman anlatırım.”
Şehir Tiyatrolarının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Beklan’ın bir öğrencisi vardı Bilsak’tan Mehmet Ergen, şimdi o Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni oldu. Mehmet’in sözü var bize, bütün büyük tiyatroların yanında deneme sahnesi açacak. Çünkü Beklan hocası onu isterdi. Deneme, Gençlik Tiyatrosu, Çocuk Tiyatrosu. Onun sözü var bize.”
O kadar çok şeyi ömrünüze sığdırmışsınız ve gerçekleştirmişsiniz ama “şunu da yapmalıyım” dediğiniz bir hayaliniz var mı?
“Valla gıdım gıdım yapıyorum gibi. Birbirinize iyi davranın, insanlara iyi davranın. Çok kötü bir asır yaşıyoruz, Ortaçağ gibi. Şimdi bazen ‘Arka Sokakları’ izliyorum çok seviyorum polisiye ve çok güzel oynuyorlar. Ama açıyorum sonra haberleri, hele Amerika beter. Öbür tarafı açıyorum rezalet. Öyle bir asırda yaşıyoruz ki galiba 19-20. asır tiyatroları da aynı şeyi yaşadı. O zamanlar çok iyiydi şimdi sokaklar daha dram ne oynayayım ki ben seni ağlatayım? Yunus Emre 13. asırda o Moğollarla, o savaşların içinde ‘Sevelim Sevilelim’ demiş…”
Efendim aslında gerçekten sevgi dolu mesajlar vermek gerekiyor bu hayatta. Çok doğru söylüyorsunuz. Sizden son olarak, yabancı ülkelerde ve farklı dillerle tanıttığınız, seslendirdiğiniz Yunus Emre’den bir şiiri mesaj olarak alabilir miyiz?
“Anadolu Ajansımı ve TRT’mi her zaman sevdim”
“Ben şarkılarda da öyle Fransızca, İngilizce giriyorum ki anlasınlar diye. Bazısı kızıyor bana ama ben Türkçesini de söylüyorum. İngilizcesini Talat Halman yaptı. Onun İngilizcesi biraz Yunus Emre değil de Shakespeare gibi oluyordu. Yunus Emre süslü değil. Tahsin Saraç da Fransızcayı çok iyi yaptı ama Talat Halman da Shakespeare’ci. Shekespeare’deki Türkleri çıkarttı. Kaç Türk var biliyor musun bütün Shakespeare oyunlarında? Şaşarsınız. Onu çıkarttı, o kadar da iyi… Tesir altında kaldı. Son olarak size Yunus Emre’den ‘Gel Gör Beni Aşk Neyledi.’ diyorum. ‘Üç Kız Kardeş” var ya Çehov’un, Moskova’yı özlerler. Bizimkiler Girit’i özlerlerdi. 3 halam… Aynı onlar da öyle. Büyükannem bunadığı zaman yarı Türkçe, yarı Rumca, yarı Giritce, Rumcası da Rumca değil kendine göre, ‘Arabamı hazırlayın, atlı arabamı. Dışarı çıkacağım.’ diyordu.”
Efendim bu pandemi sürecinde bizi evinizde ağırladınız, kapılarınızı açtınız. Sosyal mesafemizi koruyarak güzel bir röportaj gerçekleştirdik. Çok teşekkür ederiz.
“Sağol, ben teşekkür ederim. Bir dahaki sefere inşallah iyileşelim size dolma da yapayım, Girit böreği de yapayım. Anadolu Ajansımı ve TRT’mi her zaman sevdim. İyi ki varsınız…”