18 Nisan 2020 Cumartesi
3 şirketten milyonluk pay dönüşüm!
Dolar 10 lira olur mu ?
Bu şirketten 135 Milyon TL'lik dev temettü kararı!
Sene başından bu yana %30 değer kaybetti!! Temettü ödememe kararı!!
Türkiye Sigorta'dan yaklaşık 1,1 milyar TL net kar
Genç köyler aklıma gelen bir proje. Ama öyle basit alelade bir proje değil. O kadar farklı sorun için çözüm sunuyor ki şimdiye kadar yapılmaması veya bu yönde ciddi çalışmalar olmaması bile büyük bir eksiklik. Bu proje her ne kadar gençleri hedeflese de, aslında herkesin bir şekilde köye dönmesinin teşviki sağlanmalıdır.
Burada şu bilgiyi vererek başlayalım. Hem Türkiye’de hem de diğer dünya ülkelerinde köy nüfusları giderek azalmaktadır. Köyde sadece yaşlılar kalmaya başladı ve bazı köyler şimdiden tamamen kimsesiz. Bunları biliyorum çünkü sadece Türkiye’de birçok köyü gezerek bunu kendi gözlerimle gördüm. Birkaç yaşlı ailenin kaldığı köyler en fazla 5-10 sene içinde tamamen kimsesiz kalabilir. Gençleri şuan ki haliyle köye döndürmek bence imkansız.
Orta yaşlı bazı kişiler “Genç Çiftçi” projesiyle köye dönmüş olsa da bu sayı hem çok az hem de kalıcı bir çözüm değil. Neden derseniz bir şeyin gerçekten iyi olmasını istiyorsanız insanların onu çok isteyerek yapması gerekir. Yani bunun için sizin ufak tefek parasal teşviklerinizle olacak işten pek hayır gelmez. Ayrıca bazı üçkağıtçılar da sadece verilen teşviklerden yararlanıp adam akıllı bir iş bile yapmamaktadır.
Köylerin nüfusu neden giderek azalıyor derseniz, bunun başlıca sorunu para kazanamamak. Para kazanılamadığı için köylüler kendi çocuklarının bile burada kalmak yerine şehirde sabit ücretli herhangi bir işi yapmalarını tercih ediyor. Durum böyle olunca sonuç belli, yakında köy falan kalmayacak..
Yani şuan ki halinde bir genç siz ne yaparsanız yapın sadece bir günlüğüne gelir ve bir daha uzun bir süre buraya dönmek istemez bu nedenlerin bazıları şöyle;
Önce bunu proje olarak ele almak gerek. Bu şekilde bakarak gidersek, öncelikli amaç köyleri yeniden oluşturmak ama bunları tamamen gençlerle ve gençlerin ihtiyacına göre şekillendirmek gerek.
Genç köyler sayesinde o kadar fazla alanda çözüm oluşabilir ki bu gerçekten de belki de dünyayı kurtarabilir! Büyük şehirler içerisinde dikey mimari yerine, köylerde bahçeli olarak yapılan yatay mimari sayesinde;
Bu yapılamayacak bir proje değil. Ama bunu tek bir noktada değil de tüm Türkiye’de yapmak gerek. Böyle bir şey ancak devletin işe dahil olmasıyla olabilir. Getirisi çok fazla olan böyle bir proje ilk olarak bir yerde pilot olarak yapılarak gözlemlenir ve eksikler giderilerek her yere yayılabilir. Hali hazırda bulunan köyler de gerekirse dönüştürülebilir fakat birçok kanuni sorun olacaktır ve çok yavaş ilerleyecektir.
Aşağıda daha önce yazmış olduğum birkaç yazı da var. Okumak istersiniz diye ekledim.
Yazar Gürcan Gür. www.moladayim.com
Doğal gıdalar tüketmek ve sağlıklı olmak için, araştıran olun
Şimdi bir bakalım. Aslında makul başlangıç olarak sanayi devrimini alabiliriz. 1800’lerin ortaları. Buyük üretim makinalarının icadı, sırasıyla buhar, elektrik ve sonunda petrol kullanımıyla yüksek meblâğlarda ve kaliteli sanayi mallarının üretimi. Yaygınlaşan fabrikalar, sabit gelir sahibi işçi sınıfının doğması, artan kazanç ve kolay ulaşılabilir tüketim mallarının çoğalması.
Kapitalizm böylece hâkimiyetini ilan etti.
Nüfusun büyük kesimi küçük köylerde tarım ve hayvancılıkla yaşamını sürdürürken, artık insanlar şehirlerde fabrika ve imalat sitelerinin etrafında toplanmaya başladı. Kalabalık topluluklar nispeten küçük alanlarda toplandıkça sınıfsal ve çevresel sorunlar ortaya çıktı. Genel refahın artmasıyla toplumun talepleri değişti ve gelişti. Daha özel sağlık ve eğitim hizmetleri, sosyal ve kültürel acıdan artan ve gelişen talepler. Derken kapitalizm insanı, toplumu, yasam ve düşünce şeklini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladı. Kalabalık şehirler, boşalan köyler, gözden düşen ve tekelleşen tarımsal üretim, ortay çıkan işçi sınıfı, çevresel ve iklimsel sorunlar.
Böyle böyle 21. Yüzyıla geldik. En başından beri iki yüzyıl bile sürmedi. İşte şimdi günümüzde insanlar kapitalizm ve serbest piyasanın çöküşünü konuşmaya başladı.
Bildiğimiz dünya düzeninin sonuyla ilgili yüzlerce senaryo yazıldı, belgeseller çekildi. İnsanlar neredeyse tutkuyla o günü bekledi. Yoksa o gün geldi mi?
Başlangıcından beri kazanımlarımıza bir bakalım;
Büyük fabrikalar artık insan işgücünü yetersiz ve pahalı buluyor, bir makina birkaç işçinin işini çok daha kaliteli, hatasız ve ucuza yapıyor. Sanayi devrimini gerçekleştiren işçi sınıfı şimdi işsiz, fakir, birincil ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor.
Büyük şehirler öyle kalabalıklaştı ki artık su ihtiyacı bile karşılanmakta zorlanıyor. Şehir halkı gıda temini konusunda kırsal bölgelere bağımlı. Eğitim, ulaşım, sağlık, barınma sorunları artıyor.
Acil çözüm bulunması gereken çevre sorunları yaşanıyor. İklim insanoğlunun başa çıkamayacağı şekilde evirildi. Geleneksel tarım metotları ile üretim neredeyse imkânsız hale gelmek üzere.
Eğitimin yaygın ve zorunlu olması toplumsal bilinç seviyesini artırdı. Yüzlerce yıl babası gibi çiftçi olan insanlar artık önceki nesli yetersiz bulmaya başladı. Sanayi ve tarımsal üretim küçümsenir hale geldi.
Artan kazançlar, tüketimi de mantıksızca artırdı. Gelirler artık giderleri karşılayamaz oldu. Borçlu yaşamak şehirli hayatın vazgeçilmezi hâline geldi. Bu tüketim çılgınlığının doğa üzerinde bıraktığı etkiler insan varlığını tehdit etme boyutlarına ulaştı.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de salgın hastalıklar toplumu tehdit ediyor. Sistemin sonucu olarak büyük şehirlerde yaşayan kalabalık insan topluluklarının salgın karşısında şansı çok az Globalleşmenin artması, iş ve turizm amaçlı seyahatlerin kolaylaşması da üstüne tuz biber ekiyor.
Bugün Kapitalizm ve serbest piyasa koşulları kendisinden beklenen kaçınılmaz sonu önümüze koydu. Artık sermaye ve üretim çok ufak bir azınlığın elinde toplanmış hâlde. Toplumun büyük kısmı üretime katkıda bulunamıyor, çalışmıyor. Çalışanlar çok az ücret alabiliyor. Devletler için vatandaşları hizmet götüreceği, varlığının sebebi unsurlar değil, sermaye ve üretim araçlarını elinde tutan kapital sahibi azınlık için müşteri konumunda.
Bugün yaşadığımız bu görüntü sürpriz veya başarısız bir yönetim değil aslında en başından beri sistemin bize vaat ettiği sonuçtur.
Her ne kadar sonu geldi desek de kapitalist sistemin gerçekten esnek bir yapısı olduğu göz ardı edilemez. Belki bugünkü şekliyle değil ama varlığını koruyacağını öngörüyorum. Bu günlerde sistemin çıkmaza girdiği bütün ekonomi çevrelerinde konuşuluyor ve buna çeşitli çözümler sunuluyor. Vergi sisteminde gelire paralel iyileştirmeler, büyümenin yavaşlaması, üretimin azaltılması ve bunun gibi seçenekler var. Sistemi daha sevimli hale getirme çabaları bütün ekonomi çevrelerinde gündemde.
Sistemin krizlerle çalkalandığı şu günlerde okulda iktisat derslerinde duyduğum balıkçı kıssasını anmadan edemiyorum; aslında nasılda güzel özetliyor bütün o eğrileri ve parabolleri.
Çok önemli bir iş adamı, işsiz bir adada, kendi yaptığı tekneyle balık tutup yasayan bir adama rastlar. Günde kaç bağlık tuttuğunu sorar. Adam iki der. Neden daha çok tutmadığını sorunca günde sadece iki tane yiyebildiğini söyler. İş adamı ona günde dört balık tutup ikisini satarsa, yılda ne kadar ciro yapabileceğini, onun ne kadarını net kar olarak kendine bırakabileceğini hesaplarken adam bunları niye yapayım ki diye sorar. İş adamı o zaman kendine istediği gibi bir kayık alıp bütün gün balık yiyip keyif yapabileceğini söyler. Balıkçının cevabı iş adamını şaşırtır, sen gelene kadar ben zaten istediğim kadar balık yiyip bütün gün keyif yapıyordum…
Feriha Bahçuvan – Sosyolog / Yazar
Son verilere göre İtalya en çok kayıp veren Avrupa ülkesi ve hala zarar vermeye devam ediyor. Virüsün İtalya’da bu hızla yayılmasının ilk sebebi olarak akla tabi ki Venedik festivali geliyor, özellikle festivalin Çin yeni yıl tatili ile hemen hemen aynı tarihlere denk gelmesi ve birçok Çinli turisttin tatil destinasyonu olarak Venedik festivalini tercih etmesi başlıca etmen. Bütün dünyada virüsün ortaya çıkış tarihi ve özellikle böyle global bir seyahat patlamasının belli olduğu dönemde ortaya çıkısı sosyal medyada da basında da şüpheyle karşılandı. Herkes aynı soruyu sordu veya düşündü. Bu bir komplo mu?
Gayet cezbedici ve özellikle sinema filmlerinde çokça kullanılan bir konu olsa da aslında durum gayet açık.
Yani değişen fiziksel şartlara oldukça hızlı ve verimli bir şekilde uyum gösterebiliyor. Son yıllarda grip virüsünün ona karşı kullandığımız ilaçlara daha dayanıklı ve yenilmez olmasının sebebi bu. Bu konuyla ilgilenenler bundan 10 – 11 yıl önce gayet güncel olan antibiyotik kullanımında yapılan hatalar konusunu hatırlayacaklardır. Yüksek dozda ve bilinçsiz kullanılan antibiyotikler sonucu bir gün grip gibi basit bir hastalıktan ölümlerin gerçekleşeceği konusu bilim kurgu senaryoları gibi ortalıkta konuşulurdu. İşte şimdi yaşadığımız bu öngörülmüş son aslında bildiğimiz ve beklediğimiz bir senaryo. Komplo teorileri cazip ve eğlenceli ama artık olay gerçekten ciddi boyutlara ulaşmış durumda.
İnsanlar bu salgından ne gibi sonuçlar çıkarır, ne dersler alınır ve hayatımızda neler değişir, bunu şimdi söylemek zor ama antibiyotik ilaç kullanımı ile ilgili daha ciddi çalışmalar yapılacağını düşünmek istiyorum. Bugün yaşadığımız gerçekten büyük bir toplumsal felaket ve onu destekleyen sosyal ve siyasal gelişmeleri de göz önüne aldığımızda virüsün dünya çapında değişiminde oldukça etkili bir faktör olacağını söyleyebiliriz.
Suriye deki savaş ve göçmenlerin, Türkiye üzerinden Avrupa’ya gitmek istemesi, her ne kadar Avrupa ülkelerinin, üstüne alınmak istemeseler de en birinci konusudur. Çünkü bu insanların asıl amacı Avrupa da bir hayat kurmak. Türkiye zaten onlara yeni bir hayat vermişken, bunu elinin tersiyle itiyor ve canları pahasına Avrupa yollarına düşüyorlar. Bu kararlılığın önünde kim durabilir. Şu anda zor kullanarak insanlar vazgeçirilmeye çalışılıyor ama bu insanların geldiği ortamı ve kararlılıklarını gördükçe aslında bunun nafile bir çaba olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.
Bunu bazı Amerika kaynaklı araştırma şirketleri de çeşitli araştırmalarla kesin olarak saptamış durumda. Bu araştırmalardan birinde (PEW araştırma merkezi) dünyadaki Müslüman nüfusun çocuk yapma oranı 2.9 olarak tespit edilmiş. Oysa bunun dışındaki diğer tüm grupların çocuk yapma oranı ise 2.2. Zaten dünyadaki Müslüman nüfusun savaş, göçmenlik, gelenekler ve bunun gibi birçok sebepten dolayı dünyadaki en genç nüfusa sahip grup olduğu biliniyor. Bundan daha iki gün önce Suriyeli göçmen bir kadının Yunanistan sınırında doğum yaptığı ve sağlıklı bir bebek dünyaya getirdiği haberi hepimizi sevindirmişti.
Ve daha devam ediyor. Göçmenler sınıra yığınak yapıyor ve umutlarını koruyorlar. Bu göçmenlerin çoğunluğunun hedefi Almanya ve Fransa. Almanya’da şu an resmi rakamlarla 5 milyon (PEW) Müslüman yaşıyor. Almanya’da yaşayan alman vatandaş sayısı ise 72 milyon. Bu araştırmadaki bir senaryoya göre Almanya ya göçün yoğun olarak devam ettiğini düşünürsek, Müslüman nüfus 2050 yılında 17,5 milyona çıkması bekleniyor.
Tabi ki bu rakamlara, sınırda yığınak yapan Suriyeli göçmenler, Almanya’nın nüfus artış hızının Müslümanlar göre çok düşük olması ve korona virüsünün Avrupayı kırıp geçirmesi dahil değil.
Bütün bu beklenmedik ve hızlı gelişmeleri hesaba katarsak, Almanya başta olmak üzere bütün Avrupa’nın hızla ve durdurulmaz bir şekilde Müslümanlaştığını söylemek yanlış olmaz. Şu an belki Müslüman azınlık deniyor, ama önümüzdeki 10 yıl içinde bunun Almanya’daki alman azınlık olarak değişeceğini söylemek hiçte bilim kurgu olmaz. Gripten insanların öleceği söylemi bundan 10 yıl önce daha bilim kurgu değildi.
Feriha Bahçuvan – Sosyolog / Yazar