Cem Özer: Travmalarımızı bilip onları yönetmek lazım

cem özer: travmalarımızı bilip onları yönetmek lazım
Google News

İSTANBUL(AA)- Tüm dünyada etkisini sürdüren yeni tip koronavirüsten (Kovid-19) korunmak ve hastalığın yayılmasını önlemek amacıyla evde kal çağrılarına uyarak, eşi Pınar Dura ile evden çıkmayan Cem Özer, telekonferans yöntemiyle AA muhabirinin sorularını yanıtladı.

Evdeki günlerinde, ev, aile ve ilişkilerini anlatan Cem Özer, çocukluğunun savrulmuş yıllarından Okan Bayülgen ile ev arkadaşlığı dönemine, Türkiye ve Avrupa turnesinde kapalı gişe oynadığı “Pir Sultan Abdal”ı rock müzikal yapma planından Oscar alma hayalinde olduğu projesine, geçirdiği talihsiz kazanın ve yoğun bakımın ardından rol aldığı Payitaht Abdülhamid dizisindeki karakterine dair bilgi verdi.

“Bizde hayat müşterek. Ben pişiriyorum o yiyor”

Bu korona günlerinde uzun süredir evde mesai harcıyoruz. Siz neler yapıyorsunuz? Nasıl vakit geçiyorsunuz?

Cem Özer: “İnsanlar hala sokakta, üstelik maskesiz dolaşıyor. Biz Caddebostan’dayız. Kulağımla ilgili bir sıkıntı oldu ve bir tıp merkezine arabayla gittik. Ama baktım ki sokaklardaki insanların sosyal mesafe falan umurlarında değil. Trafik vardı. Maskelerini takmamışlardı. Neyin güvencesi anlamıyorum. Biz neden önlem almayı sevmiyoruz? Tedbir seven bir ülke değiliz. Hangi anda virüsle muhatap olacağımızı bilmiyoruz. O yüzden evde kalalım. Dışarı çıkacaksak maske takalım.”

Pınar Dura: “Sağlık Bakanımız da açıkladı biliyorsunuz, bir kişinin virüsü kaç kişiye bulaştırdığını, kaç kişinin ölümüne sebebiyet verdiğini, biz her gece izliyoruz. Evimizde görev dağılımı var. Cem mutfak konusunda gerçekten çok başarılı. Yani gurme. Mantıdan yaprak sarmaya kadar her şeyi yapabilir. Mesela Cem, Beşiktaşlıdır. Normalde Beşiktaş maçını izlerken erkekler ne yapar? Arkadaşlarıyla çıkar bir yerde izler. Cem öyle yapmıyor, bir güzel sofrasını kurar. Ondan sonra yapraklarını alır. Yaprak sarar maç izlerken. Yani öyle seviyor mutfağı.”

Cem Özer: “Bizde hayat müşterek. Ben pişiriyorum o yiyor. Ben kirletiyorum o yıkıyor, temizliyor. Ben süpürüyorum, ben tozluyorum, o siliyor.”

Birkaç evlilikten sonra Pınar hanımla sanırım huzuru buldunuz…

Cem Özer: “Buldum. Evliliğimiz tabii 3 sene ama 10. senenin içine girdik.”

Başarı aslında değil mi, günümüz ilişkilerinde evliliklerin bu kadar uzun sürmediği bir dünyanın içinde, özellikle bir sanatçıyla evlilik?

Pınar Dura: “Bir sanatçıyla evlilik başka bir şey. Gerçi benim ilk ve son evliliğim. Başka bir deneyimim olmadı, olmasın da. Hem güzel hem de zor yanları var tabi bir sanatçıyla evlenmenin. Evlendiğimde 30 yaşındaydım. Şimdi 40 yaşındayım.”

“Mutlu, içinde kalpler uçuşan evlerde büyümedim”

Bu evliliğiniz için ne diyelim, bir tanım alacak olursak? Huzur ya da bir kadını büyütmek mi diyelim?

Cem Özer: “(Pınar’ı) Ben büyüttüm ya, bayağı büyüttüm. Bana geldiğinde küçük bir kız çocuğuydu. Pınar’ı çok seviyorum, o bambaşka ve çok fedakar. Onun kıymeti farklı benim için. Huzur diyelim. Daha önceki evliliklerimden daha çok evdeyim. Bir aradayız. Ben de öğrendim. Evlilik benim çok bildiğim bir şey değildi. Çok evlilik yapmış olmama rağmen bilemiyordum. Çünkü rol model evlilikler yaşamadım, öyle evlerde büyümediğim için. Yani mutlu, içinde kalpler uçuşan evlerde büyümedim. Ayrı bir anne, babanın çocuğuydum. Çocukluğumuz biraz savruldu ama annemin yanına 9 yaşında geldim, 18 yaşında ayrıldım ve kendi hayatımı kurdum. Arada da babama ve amcama gidişler oldu. Evde de bir üvey babam vardı ama kötülüğünden değil, sürekli bir bağırış, çağırış vardı. Yani annemle, üvey babamın ilişki kurma biçimi oydu. Birbirilerine çemkirerek ilgileniyorlardı ki üvey babam, annemi çok seviyordu. Ama ben babama benzediğim için benden nefret ediyordu adam. Bir de tam huzura erecek, ablamla abimi büyütmüşler pat ben geliverdim. Adam da haklı. Bu yüzden travmalar farklı. O yüzden evde kalmayı çok severim. Çünkü kendime ait hissettiğim bir evim, odam olmadı. Ben hep misafirdim. Annemde de babamda da amcamda da misafirdim. ‘Burası benim evim’ diyebildiğim bir durumum olmadı. Tabii ki güzel şeyler de yaşadık, bedelini ödemek kaydıyla. Arkadaşlarla parti de yaptım. Bedelini ödedim. O yüzden evi çok severim.”

“Ön yargılı olarak insanları severim”

Ev içerisinde birbirinizle nasıl diyalog kuruyorsunuz. Ego çatışmaları var mı?

Pınar Dura: “Biz aslında komik bir çiftiz. Aramızda ego hiç yok.”

Cem Özer: “Aslında bende biraz ego olmasında fayda olabilirdi. Çünkü bazen bu egosuzluktan dolayı incinecek şeylere maruz kalıyorum. Bu egosuzluğu, eziklikle karıştırıyor insanlar. Ben alçak gönüllülük demiyorum. İnsanlar bu yüce gönüllülüğü eziklikle karıştırdıkları için senin her türlü üzerine yürüyebileceğini zannediyor. Biraz burun kalkıklığına zaman zaman ihtiyaç oluyor. Çünkü kültürel ya da zeka anlamında sizinle aynı kıvamda olmayan insanlar sizi kendinden daha yoğun, yukarıda görüp bir bilek güreşine girmeye kalkıyor. Ben de orada geri çekiliyorum ve üzülüyorum, kırılıyorum. Çünkü ben onlara kıymet veriyorum. Genelde insanlar kıymetlidir benim için. Yani ön yargılı olarak insanları severim.”

“Biraz zihin dağıtıcı tarafım var benim”

Pınar Hanım ile çatışma yaşar mısınız ?

Cem Özer: “Hayır çok çatışma yaşamıyoruz. Tabii ki zaman zaman ayrı düştüğümüz konular oluyor ama meseleyi çözüyoruz. Ben Pınar’dan 20 yıl ilerdeyim. Ona diyorum ki, ‘Bir zaman makinesine binsen 20 yıl ileri gitsen, 20 yıl sonrasını görmek ister misin?’ İşte o zaman makinesi benim. Ben ona 20 yıl sonradan haber getiriyorum. O yüzden biraz bu taraftan bakalım deyince mesele bitiyor. Biraz zihin dağıtıcı tarafım var benim.”

Daha önceki bir röportajınızda Pınar Hanım’ın çocuk istediğini öğrenmiştik. Şartlar uygun olduğu zaman demiştiniz. Şimdi nedir durum ?

Pınar Dura: “Şartları bekliyoruz. Koronavirüs falan geçsin bir….”

Cem Özer: “Pınar’a hak veriyorum ama onun da bana hak vermesini bekliyorum. Çünkü benim 2 çocuğum da denk geldi. İsteyerek ‘Hadi çocuk yapalım’ diye olmadı. Kendileri geldi. Bana kalsaydı ben çocuk yapmazdım. Çocukları çok seviyorum. Çocuğun ilkokula başladıktan sonra lezzeti bitiyor, sorumluluk başlıyor. Yani kendi hayatından vazgeçeceksin. Gideceğin yer, tatilin ona göre değişecek. Sen bir kere kendine yatırım yapmaktan doydun mu? O şu anda özeniyor. Arkadaşları doğuruyor. Ben gelecek konusunda çok iyimser değilim. Dünyanın nereye gittiğine dair iyi umutlarım, iyi öngörülerim yok. Bugünleri mumla arayacağımızı biliyoruz. Bu aşikar. Buzullar eriyor. Yani nasıl bir dünyaya çocuk getiriyorsun. Ben o çocuğa nasıl bir gelecek bırakacağım. Benim çocuğa bırakacağım gelecek ne? Ev mi, apartman mı bırakacağım? Biraz daha birbirimize zaman harcayalım diyorum ben. Daha beraber yapacağımız şeyler bitmedi. Planlarımız var.”

Pınar Dura: “Evet. Arkadaşlarımla çocuklarımızın büyümesi gibi bir özenti var bende, doğru. Aynı anda büyüsünler durumu var. Cem’in de korkuları var. Hayırlısı olsun. İkimiz de diretmiyoruz. Akışına bıraktık.”

“Okan’a oyuncu değil yönetmen ol dedim. Hala aynı fikirdeyim”

Evden ayrıldığınızda Okan Bayülgen’le ev arkadaşı olmuşsunuz…

Cem Özer: “Ben evden ayrıldıktan bir süre sonra kuzenimle ev tutmaya karar verdim. Sonra kuzenim vazgeçti. Ben o evde biraz tek başıma yaşadım. Çok fena bir evdi. Şişli’nin arka sokaklarında, kaloriferleri yanmayan, sıcak suyu olmayan bir evde yaşadım. Sonra durumlar biraz daha düzeldi. Sonra, Erol Pekcan Orkestrasından Tarık Öcal’la beraber bir ev tutttuk. Tarık benden önce evlenince, o evden ayrılmak zorunda kaldım. Bir süre sonra ben de evlenecektim, annemin evine dönmeyeyim dedim. 20’li yaşlardı.

Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu kursunda bir öğrencim vardı Emel Akalın diye. Okan onun sevgilisiydi. Galatasaray lisesini bitirmiş genç bir oğlandı. Hemen bizim evin de biraz ilerisindeydi. Gider gelirdik oraya. Okan, ‘Abi benim evde müsait bir oda var. Burada kal istersen.’ dedi. Birkaç ay Okan’da takıldım. Ya çok şeker bir çocuktu. İnanılmaz. Okan çok güzel gitar çalar, şarkı söyler. Çok güzel bir sesi vardır. En önemli anım, ben onun kafasını keşfettim. Çok güzel sohbetler ediyorduk. Fransa’ya gidip ekonomi okumak ve bunun yanı sıra da fotoğrafçılığı öğrenmek istiyordu. Ben Okan’ı zorla konservatuvara girmeye ikna ettim. Ama dedim ki, ‘Oyuncu değil, ne olur yönetmen ol. Sende yönetmen kafası var.’ dedim. Hala aynı fikirdeyim. İnanılmaz bir reji kafası vardır. Şimdi hatırlamıyorum, konservatuvara giriş parçalarını çalıştırmışım ona ve konservatuvara öyle girdi.

Daha sonra televizyon programı yapmaya başlayınca, ona o agresif karakteri çizdik. Dedim ki saldırgan ol. Geceleri Levent Erim’le beraber bir program yapıyordu. Gece Kuşu muydu neydi programın adı? O programı yapıyordu. O arada bir de Yıldo vardı. O da seviye farkı olmasına rağmen benzer bir program yapıyordu. Benim o zaman ‘Laf Lafı Açıyor’ programı da yürüyor hatta koşuyordu. Ben ona, ‘Agresif ol, bana saldır.’ dedim. O da ‘Abi ben sana niye saldırayım?’ dedi. Ben de dedim ki, ‘Sen bana saldır. Ben sana cevap vereceğim ve böylece duyulacaksın. Cem Özer bu adama niye saldırıyor diye merak edileceksin ve seni seyretmeye başlayacaklar. İkincisi de talk show yani benle kategorize olacaksın, Yıldo’yla değil. Ben senin muhatabın olacağım.’ Benim de talk showum ukaladır. 11 sene Laf Lafı Açıyor, kesintisiz yaz kış sürdü. Sonra 1-2 yıl farklı kanallarda, toplamda 15 yıl yaptık.”

“Konuklar samimiyetime gelirdi”

Özel televizyonların ilk talk show sunucusu olarak ‘Laf Lafı Açıyor’ ile uzun yıllar, 15 yıl dediniz, ekranlardaydınız. Unutamadığınız güzel anılarınız var mı?

Cem Özer: “Ben program yaparken kimseye ayrıcalık tanımazdım. Özel kampanyalarla gelmezdi programıma insanlar. Samimiyetime gelirlerdi. Bülent Ersoy ile bir program yaptık. O kadar güzel gitti ki. Bant çekiyorduk o zaman mecburen. Çünkü Türkiye’de yayın yapılamıyordu, Almanya’dan uydu yayınıydı. Çok güzel oldu program. Hatta babamın çok sevdiği ya da benim öyle kondurduğum ‘Gecenin matemini ruhuma katıp sarayım/ Gittin artık sen, ben nerede bulup yalvarayım’ diye bir şarkı vardı. Onu söyledi Bülent Ersoy benim için. Hüngür hüngür ağladım. Ondan sonra ekranlarda ağlamak moda oldu. İbrahim Tatlıses her programında ağlamaya başladı. Bülent Ersoy’a program teklifi geldi.

O zaman Bülent hanım malum biraz kilo anlamında zengin görünen bir kadın. Stüdyoda Ado diye bir alet var, insanları inceltir ve hafif uzatır, şimdiki filtrelerde olduğu gibi. Onu kullandık. Fakat biz onu Bülent Hanım’ın olduğu yerlerde kullandık. Sonra program yönetmeni rahmetli Ayşe Ersayın’a Bülent Hanım, ‘Cem Özer’e sor, onun bir aleti var. O insanı zayıflatıyor, uzatıyor.’ demiş. Ayşe Ersayın beni aradı, ‘Cem, Bülent Hanım’ın bahsettiği alet nedir?’ dedi. ‘Ado’ dedim. ‘Hay Allah kahretmesin, Ado’dan mı söz ediyor? Tamam’ dedi. Fakat bunlar çekerken üşenmiş, Adolu çekmişler tüm programı. İlk program konuk Yıldız Tilbe. Bülent hanım zayıf, Yıldız Tilbe yok. Yıldız Tilbe yandan çay kaşığı, pipet gibi duruyor.

Bir de rahmetli Kayahan… Gelene kadar akla karayı seçtik. Yapımcılığı, konuk koordinatörlüğünü, rahmetli Yaşar Gaga yapıyordu. Kayahan onu aramış, ‘Cem gelsin, onunla konuşayım.’ demiş. Ulus’ta bir apartmanın zemin katındaki evine gittim. Beni ağırladı. Yatak odası gibi bir yer. Ortada siyah yuvarlak, üstü muşamba, saten kaplı bir yatak var. Perdeler kapalı, gündüz vakti, her taraf simsiyah. Bir tane büyük neondan insan boyu Kayahan var, yanıyor. Bir tane kartondan insan boyu Kayahan var. Duvarda Kayahan yazıyor, dönüyorsun Kayahan. Dedim, ‘Kayahan perdeyi aç!’. ‘Açamam’ dedi. ‘Tabii hep karanlık, hep karanlık’ dedim.”

Şarkıyı öyle mi yapmış acaba?

Cem Özer: “Tabii perdeyi açmıyor, hep karanlık, hep karanlık. Neyse gülüştük, konuştuk, gelmeye karar verdi. İskender Paydaş ile çalışıyor o zaman. ‘Yalnız, ben kendi orkestramla gelirim.’ dedi. ‘Tamam, kendi orkestranla gel.’ dedim. İskender Paydaş ile geldi. Biz şaşkınlıkla bakıyoruz. Kendi orkestrası ile 1,5 saat prova yaptı. Neden kendi orkestranla geldin, prova yapacaksan? Zaten her gece çalıyorsunuz. Sonra Fatih’e (Aksoy) bir CD verdi. ‘Birinci, üçüncü, beş ve altıncı şarkıyı çalalım.’ dedi. Peki provayı niye yaptık? ‘Eller tutsun diye.’ dedi. Allah’ım Yarabbim, delireceğiz.

Birkaç kez kesmek zorunda kaldık programı. Çünkü gitarı çalıyor, ‘Hep karanlık’ diyor, sonra ‘Buraya yakın’. Yine ‘Hep karanlık… Buraya yakın.’ diyor. Fatih, ‘Kayahan, programı çekiyoruz. Sen, yakın, deyince kaybolmuyor ki.’ dedi. Kendi kendine reji yapıyor. Unutamadığım bir konuktur Kayahan.

Bir de rahmetli Kerim Tekin. Antalya’da yaz programı çekiyoruz. Kenan Doğulu ve biri daha var. Havuz başında Kenan Doğulu ile sohbet ediyoruz. Biri geldi ‘Merhaba Cem bey, ben de oturabilir miyim?’ dedi. Ben de ‘Merhaba, yok kardeş biz akşamki çekimle ilgili konuşuyoruz.’ dedim. ‘Olsun ben de katılsam sohbete.’ dedi. ‘Ya kardeşim, yanlış anlama. Geleceğim, ilgileneceğim. Ama şimdi Kenan ile konuşuyorum.’ dedim. ‘İyi, peki.’ dedi, gitti. Meğerse konuğum, Kerim Tekin’miş rahmetli. Ben onu hayran zannedip, çemkirmiştim. Yeni çıkmıştı.”

Tabii eminiz, daha bir sürü güzel anınız vardır?

Cem Özer: “Bir gün Burcu Güneş geldi programa. Zangır zangır titriyor. Durduramıyoruz kızı. ‘Niye titriyorsun Burcu? Rahat ol, kendine gel.’ dedim. O çok güzel bir şey söylemişti, ‘Ben Laf Lafı Açıyor’dayım ve karşımda Cem Özer mi var? Bir gün biri bana burada oturabileceğimi söyleseydi, inanamazdım.’ dedi.”

“Sanat, akademik bir şeyden çok usta-çırak ilişkisidir”

Oyunculuğunuza geri dönelim. Siz Ali Poyrazoğlu’nun kursları ile başladınız bildiğimiz kadarıyla oyunculuğa değil mi?

Cem Özer: “Evet, aynen ama kurs deyince lütfen ciddiye alalım. Çünkü şu anda eczane gibi neredeyse her mahallede oyunculuk kursu var. İşsiz bütün oyuncular kurs açıyor. Bizimki bayağı 2 senelik bir özel konservatuar, akademiydi diyelim. Biz 42 kişiden 2 kişi başarıyla bitirebildik. O kadar sıkıydı. Hocalarımız Özdemir Nutku, Cevat Çapan gibi hocalardı. Zaten kursun ne olduğu değil, hocaların kim olduğu çok önemlidir. Sanat, akademik bir şeyden çok usta-çırak ilişkisidir. Ben o kurstaki hocalarımın dışında Ali Poyrazoğlu, Ahmet Gülhan, Levent Kırca, Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Müjdat Gezen, Cenk Koray, Altan Erbulak gibi pek çok isim sayabilirim, birlikte sahne aldığım ve bir şeyler öğrendiğim.”

İyi bir tiyatro oyuncususunuz. “Ben oyuncuyum, her karakteri oynayabilmeliyim. Hayatın içinden insanlar onlar.” diyorsunuz. Mesela Pir Sultan Abdal’ın burada kapalı gişe oynamasının yanında bir ay Avrupa turnesinde de aynı yoğunluğu yaşamışsınız. Bu çok güzel bir his olmalı bir oyuncu için?

Cem Özer: “Evet. Mesela ben, Chaplin’in oynadığı sahneye çıktım, Londra’da (Hackney Empire). Çok önemli bir şey bir oyuncu için. Yani bu bir futbolcunun Wembley’e çıkması gibi bir şey. Paris’te Sarah Bernhardt’ın oynadığı sahnede (Theatre du Gymnase) oynadım. Başka bir şey hissediyorsunuz orada. Anlatılabilir bir şey değil.”

Kendi tiyatronuzu kurmayı düşünmüyor musunuz?

Cem Özer: “Hayır. Çünkü ben öyle disipline olan bir insan değilim. Disipline olan derken yanlış anlaşılmasın. Kendi tiyatronuzu kurduğunuz zaman her sezon bir oyun çıkarmak zorunda kalacaksınız, hatta belki de iki. Çünkü, ben bir kadronun sorumluluğunu aldığım zaman geceleri uyku uyuyamam. Onların kazanacağı para, geçim ve hayat şartları benim derdim olmaya başlar. Ben böyle bir şey yapmak istemedim hayatım boyunca. Çünkü bir anda hiç istemediğiniz oyunları oynamak zorunda kalabilirsiniz. Bir tiyatro yöneticisi olmak başka bir şey. Bir tiyatro yönetmek başka bir şey. Ben bir oyuncuyum. Tiyatro işletmecisi olmak başka bir şey. Onun turnesiyle uğraş, turnesini bağla, salonu falan ayarla. Belki artık bir salonum olursa, o zaman bir tiyatrom olabilir. Ama ben öyle göçebe gibi oradan oraya bir tiyatro, şu an düşünmüyorum. Oyun seçmek, sevdiğim oyunlarda oynamak isterim, mecbur olduğum için değil.”

“Bahadır Yenişehirlioğlu ve Bülent İnal’ın mizah yönü çok yüksek”

Payitaht Abdülhamid dizisinde güçlü bir karakterle rol alıyorsunuz şimdi. İngiliz devleti adına sefaretlerde rahip ve casus olarak görev yapmış siyonist Hechler’i canlandırıyorsunuz. Amacınız Osmanlı’yı yıkıp Abdülhamid’i tahttan indirip, Mescid-i Aksa’nın altında olduğuna inandığı Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa ederek Filistin’i Yahudilere açıp, orada Yahudi devletinin kurulmasını sağlamak. Fakat karşınızda zeki bir sultan var ve siz aynı zamanda ona hayranlık duyuyor gibisiniz?

Cem Özer: “Evet, yazarla ve yönetmenle konuştuğumuzda, ikisinin de birbirine karşılıklı hayranlık duyduğu konuşulmuştu. Abdülhamid Han da çok kızıyor tabii neticede bir düşman ama gizli bir hayranlığı var. Çünkü ilk defa ona açıktan düşmanlık eden biriyle karşılaşıyor. Yani sinsi davranmıyor, çat çat yüzüne söylüyor. Dolayısıyla bir bilek güreşindeler. Güzel bir tenis maçı olarak algılıyorum. Gerçi her seferinde Hechler kaybediyor ama!”

4. sezonu başarılı ve güçlü kadrosuyla devam eden bir diziye yeni bir karakter olmak nasıl bir duygu? Sizden beklenti de Hechler gibi bir karakter olarak girdiğiniz için yüksek mi oluyor sizce? Bu biraz geren, heyecanlandıran ya da ürküten bir şey midir oyuncu için?

Cem Özer: Bu başka bir challenge (meydan okuma) tabii. Bir kere yürüyen bir kadronun içine giriyorsunuz. Futbolda da benzer bir durum yaşanıyordur. Mesela sezon ortası transfer yapıyorsunuz, biri geliyor ama takım arkadaşlığını kurmuş. Orada artık herkes eş-dost. Siz zaten ekipteki herkesin ismini öğrenene kadar 2 ay geçiyor. Ben bir de zor isim öğrenen biriyim. 50 kişi falan çalışıyor. Hepsi çayı nasıl içiyor, detayına kadar birbirini biliyorlar. Çünkü 4 yıldır ailenizden, eşinizden, dostunuzdan çok, o insanlarla bir arada oluyorsunuz.

Allahtan çok keyifli ve çok huzurlu bir set. Açıkça söyleyeyim ki, pek çok sette bulundum. Bugüne kadar bulunduğum en huzurlu set. Herkes belirli bir seviyede, kendiyle barışık, gayet huzurlu ve keyifli. Tahsin Paşa’yı oynayan Bahadır’la (Yenişehirlioğlu) diğerlerinden bir adım daha fazla yakınlaştım. Mizah yönü çok yüksek bir insan. Abdülhamid Han’ı oynayan Bülent İnal da öyle. O da baktığında çok muzip. Benim sevdiğim tarz bir muzip üstelik de. ‘Bakın ben espri yapıyorum.’ diye komiklik yapmıyor. Öyle komiklik yapanlar da var ben onlara gülmem pek, maskaralık yapanlara. Bülent, çok gizli, üstü örtülü, pat diye, buz gibi lafı söylüyor. Ben o tip mizahı çok severim. Bahadır, çok şen, enerjisi çok yüksek. Geldiği zaman yayıyor enerjiyi etrafa. Öyle insanları da çok severim. Direkt, doğru, yüzüne karşı hislerini söyleyen bir insan. Onlarla daha bir yakınlaştık tabii.”

Bu ilişkiler de sizi rahatlatmış anladığım kadarıyla?

Cem Özer: “Evet rahatlattı. Yönetmeni de çok sevdim. Çok zeki bir adam. Her iki ekibin yönetmeni de öyle. Birinci ekip de ikinci ekip de. Set arkası, kamera arkası, yardımcı yönetmenler falan, bakınca gerçekten aksayan bir dişli yok. Çünkü bir makinede en küçük dişli aksarsa o makine zaten yürümez. Bozuk düzen içinde, doğru çark olamazsın. Benim bozuk düzen içindeki doğru çark olmakla ilgili sıkıntılar çektiğim olmuştu. Ben bu karakterde başta zorlandım, çünkü karakteri çalışmak için çok zamanım yoktu. Zaman içinde oturdu ve kendini belli etti karakter. Kendi sefaretinde, kendi güvenli sularında daha çok inişleri çıkışları olabiliyor. Pikleri var, yani manik depresif bir hal alabiliyor. Abdülhamid’in karşısında ise gayet soğukkanlı gayet poker face (ifadesiz-nötr surat) dediğimiz, asla ne duygularını ne üzüntüsünü ne sevincini belli etmeyen bir karakter olarak çizdim. Ama yeri geldiğinde çok sinirlenebilen, çok öfkelenebilen, çok acımasız… İki kere adam öldürdüğünü gördük, gözünü kırpmadan. Birinde çekti silahını vurdu, öbüründe boğazını kesiverdi, bitti, gitti. Bu kadar da acımasız, idealleri doğrultusunda.”

Bu karakterden anladığım kadarıyla keyif alıyorsunuz?

Cem Özer: “Bakın şöyle bir laf vardır. Eğer filmin ya da dizinin kötü karakteri iyi oynuyorsa, o iş iyidir. Çünkü hikayeyi kötü karakter çıkartır. Bir yerden bir yere gitmenin hikayesi olmaz. Ben size desem ki, ‘Hadi Bodrum’da buluşalım’. Gittik Bodrum’da buluştuk. Nasıl geldin? Vallahi yolda hiçbir şey olmadı, arabaya atladık, geldik. Hikaye bitti. Ama eğer, yolda atıyorum kötü bir adam karşına çıktı, seni soydu, arabanı gasp etti, arabanın tekerleği patladı, benzinciye girdin, benzinci soyuldu gibi şeyler olursa, hikaye oluşur. Yani hikayeyi esasında negatifler oluşturur. Dolayısıyla içten içe hepimizin içinde yatıp da o baskıladığımız kötü adamları sembolize ettiği için, iyi oynanırsa kötü adamları severiz. Yıllarca Erol Taş’ı sevdik. Çünkü o bizim insana, o kötü tarafa hitap etti.

Ben oyunculuğa biraz da şelale diye bakarım. Bırak bir aksın bakalım, derim. Yani aklını sette çok kullanma, aklınla değil beyninin sol tarafıyla oyna. Eğitimimiz bize öncesinde lazım. Sonra kamera önüne ya da sahneye çıktığımızda eğitim lazım değil. Orada tam tersi eğitimi bir kenara bırakacağız. Eğitilmiş oyuncular olarak oynamayacağız. Orada içgüdüsel oynayacağız, atacağız ve şaşırtıcı olacağız. İçimden geldi mesela, senarist Uğur (Uzunok), şöyle bir şey yazmıştı: Hechler dolmuş kafayla gelir. Katalize olmuş… Abdülhamid ‘’Siz kaybettiniz bay Hechler.’ diyor. Abdülhamid’in ‘Siz kaybettiniz bay Hechler’ sözü çok koymuş. Ben orada bir yere bakmak yerine tribe girerek bu sözü tekrarlayarak ‘Siz kaybettiniz Bay Hechler’ şeklinde oynadım. Yönetmenin hoşuna gitti, öyle oynadık. Sosyal medyada dillere pelesenk oldu, ‘Tekrar söyler misiniz?’ diye mesajlar geldi. İnsanların hoşuna gidiyor. Önemli olan negatif kahramanı sevdirmek. Yoksa kahraman zaten seviliyor. Kahraman, adı üzerinde.”

“Uyandıktan sonra yeni bir şans olduğunu hissettim”

Peki siz Cem Özer olarak negatif bir durum yaşadınız. İstasyon film çekimi sırasında ayağınızı kırdınız ve sonrasında oksijen tedavisi gördünüz galiba. Bir hava embolisi durumuydu ve bu yüzden yoğun bakıma alındınız. İçsel ve duygusal olarak o dönemi, öncesini ve sonrasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cem Özer: “Evet, hiperbarik oksijen tedavisiydi. Vallahi güzel bir filmdi. Karakteri çok da sevmiştim. Güzel de gidiyordu her şey. Sonra bir çukura düşmem gerekiyordu. O çukurun şartlarını hazırlamadılar. Ben de gazla çalışan tüplü bir oyuncuyum. Gazı yiyince o çukurdan içeriye atladık. Düştüğüm yer değil karşı duvarına çarptım. Ayağımı, bileğimi kırdım. Oraya kadar sorun yok. Bir an önce sete dönmek istiyorum. Zaten Sinan’dan da baskı geliyor ‘Hadi set bekliyor.’ diye. Ondan sonrasını çekeceğimiz için koltuk değneğiyle, alçılı oynayabilirdim. Doktorum, sevgili Azmi Hamzaoğlu, ‘Cem’ciğim, ben seni böyle gönderemem. Burası açık yara. Gittiğin yer nasıl, bilemiyorum ama enfeksiyon olur, Allah korusun. Şu yarayı kapatalım öyle git.’ dedi. Çünkü kemik dışarı çıkmıştı. Şeker hastalarının yaralarının kapanmasını hızlandırmak için hiperbarik oksijen tedavisi yapılıyor. Oraya girdim. Ciğerimde bül varmış, ben bilmiyordum. O patlayınca, akciğerden beyine bir hava kabarcığı kaçtı ve 1 hafta yoğun bakımda kaldım. Bir hafta kadar öldüm ben. Beni soğuttular, eksi 35 dereceye düşürdüler.”

Uyandıktan sonra ne hissettiniz?

Cem Özer: “Uyandıktan sonra yeni bir şans olduğunu hissettim. Ertelediğim bir sürü şeyi yapmakla birlikte yeni bir enerji geldi.”

Peki, “ikinci şansım” dediğiniz bu devrede neler yapmak istiyorsunuz?

Cem Özer: Yapmak istediğim bir tane çok önemli bir film ya da dizi var. Onu mutlaka yapacağım. Çok iddialıyım o konuda. Türkiye’nin, yabancı film dalında Oscar alacak bir hikaye. Bundan adım gibi eminim. Yani bu bir hayal falan değil, gerektiği şekilde 150-200 milyon dolarla yapılırsa eğer. Bu Netflix’e dizi olabilir.”

Çok kısa hikayesini anlatabilir misiniz?

Cem Özer: “Yok anlatamam. Yani hemen anında çalarlar. O yüzden yapmak isteyen olursa buyursun. Hikaye benim değil zaten. Bu tarihi bir roman. Ama çok iddialı.”

Senaryolaştırıyor musunuz?

Cem Özer: Hayır henüz senaryolaştırmadım. Ama zaten senaryo gibi yazılmış bir roman. Ama bunun dediğim kadar iddialı olabilmesi için Robert McKee ile falan çalışmak gerekiyor senaryo aşamasında. Mutlaka, ciddi, iyi bir Amerikalı yönetmen olması gerekiyor. Çünkü bir sebebi var. Bu çok yapmak istediğim bir şey.”

Yapımcı olarak mı yapmak istiyorsunuz yoksa oyuncu olarak mı yer almak istiyorsunuz?

Cem Özer: Yok. Oyunculuk için de denk gelirse zaten çok fazla karakter var. Yani yapım koordinatörü olmak istiyorum. Para koyan yapımcı değil, işi ortaya koyan, çıkartan yapımcı olmak istiyorum.”

Yürütücü yapımcı mı?

Cem Özer: “Evet, yönetici yapımcı diyelim. Yönetici yapımcı olmak istiyorum. Öbür taraftan film çekmek istiyorum. Sinemada kamera arkasına geçmek istiyorum. Bir de Pir Sultan Abdal’ı rock opera yapmak istiyorum.”

Öyle mi?

Cem Özer: “Evet, oynadığım zamandan beri öyle hayal ettim onu. Böyle hayallerim var. Gittiğim, gezdiğim her yere karımla bir kere daha gitmek istiyorum. Ona göstermek istiyorum oraları, orada yaşadıklarımı. Çünkü onsuz gitmiştim. Şimdi onunla yaşamak istiyorum oradaki anılarımı. Bak burada bunu yaşamıştım diyerek ona yaşatmak istiyorum. Sonra onunla gitmemiz gereken yerler var.”

İşletmecilik yapıyorsunuz değil mi aynı zamanda?

Cem Özer: “Evet iyi geliyor orası bana. Turizm sektörüne bir şeyler yapıyoruz arkadaşlarla. Devre tatil sistemli. Böyle gidiyor.”

Bu hastalık süreci uzun sürerse nasıl bir zaman değerlendirmesi planınız var?

Cem Özer: “Ben çok öyle umulduğu ya da korkulduğu kadar uzun süreceğini düşünmüyorum. Bunun aslında gösterildiği kadar da korkunç bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü baktığım zaman ben çok zeki ya da bilgili bir adam da değilim. Ben mantığı sağlam bir adamım. O mantıkla, Dünya Sağlık Örgütü kayıtlarına baktım. Geçen sene dünyada gribe yakalanan, kayıt altına insan sayısı 300 milyon, gripten ölen insan sayısı 300 bin. Tespit edilen yani bilemiyoruz daha fazlası da olabilir. Soğuk algınlığından ölen insan sayısı 60 bin dünyada. Biz neden korkuyoruz? Bence burada başka bir şey var, bunu görmek lazım. Yani galiba dünyanın biraz soğuması gerekiyordu.

Bir uçağın bir saatlik uçuşta havaya saldığı karbondioksit kaç ton? Yani 2 ay uçakları, otomobilleri durdursak yeter. Biz insanlara hadi evinize girin, buradan buraya gitmek yasak diyemeyiz demokrasinin olduğu ülkelerde. Bir şey olması gerek diye düşünüyorum. Benim komplo teorim, herkesin bir komplo teorisi var. Nasıl bu kadar yayıldı yahu? Bu virüs çok çabuk ulaşan çok öldürücü bir virüs değil. Sizin mutlaka altta kronik bir hastalığınızın yatması gerekiyor. Yaşla alakalı değil. Gençler de ölüyor. Öldürücü değil, çok çabuk yayılıyor. Çok çabuk bulaşıyor. Çok çabuk bulaşan bir virüs zaten kendisi yaşayabilmesi için öldürücülükten vazgeçmek üzere mutasyona uğraması gerekir. Zaten ultraviyole, ısı yükseldiğinde onu etrafında çok minik bir yağ koruyor, canlı değil çünkü. Bir Ribonükleik asit, protein molekülü. O yağ eridiğinde yok oluyor zaten. Dolayısıyla sıcaklar arttığında havada asılı kalamayacak çünkü o yağ eriyecek. Ultraviyole de zaten bir sterilizasyon sebebidir. Eğer izolasyona dikkat edersek 3 hafta içinde yavaş yavaş rahatlayacağımızı ve hazirana da rahat gireceğimizi düşünüyorum. Planlarımı böyle yapıyorum.”

Geçmişe dönseniz hayatınızda neler değiştirmek istersiniz?

Cem Özer: “Evliliklerimden bir tanesini yapmazdım.”

Bu kadar mı?

Cem Özer: “Bu kadar.”

Son olarak neler söylemek istersiniz? Bir mesajınız var mı sevenlerinize?

Cem Özer: “Neleri değiştirmek istersin, dediniz. Ben memnunum. Yaşadığım kötü olaydan da iyi olaydan da memnunum. Neticede bunların külliyesiyiz. Hep iyi yaşayarak olgunlaşamayız. Acılar ve olumsuz olaylar iyi meyve vermesi için insanın gübresidir. Bundan faydalanmayı bilmek lazım. Başında dedim ya, travmalarımızı bilip onları yönetmek lazım. Onları bir mazeret, bahane haline getirmeyeceksiniz. Travmalarınızı bir bahane olarak kullanırsanız uyuşturucuya da, kumara da, alkole de, her türlü musibete müptela olabilirsiniz. Travma yaşamamış bir insan var mı post modern dünyada? Hangimiz yaşamadık? Röportajı değişik yapsak ben size sorsam çocukluğunuzdan kim bilir ne travmalar çıkacak?”

Olmaz mı? Tabii ki. Yetişkinlik yıllarımıza taşıdığımız bir sürü travmalarımız var hepimizin…

Cem Özer: “Tabii, öğretmenimizden başlar. Bir kere en azından saçınızı çekmiştir sizi kıskanıp, okula geldiğinizde, ‘Bu saçın hali ne?’ diye. Genç kızların en çok yaşadığı şeydir. O yüzden bunlarda serzeniş yapmamak lazım. Ben hep bardağın şu kadarı dolu olsun, bana yeter diye bakarım. O bardak dolu benim için. O bardakta su var, ben o suyu görürüm. Boş tarafı beni ilgilendirmiyor. Çok lazımsa üstünü doldururuz. O yüzden bu panik ve korku yaratıcıları, bu olumsuz, kötü şeylerin yaratıcılarını çok fazla umursamamak lazım. Rahmetli Çetin Altan’ın dediği gibi ‘Enseyi karartmayın.’ Hayat her şeye rağmen güzel. Güzel tarafını bulun. Bu sizin elinizde. Eğer içinizde mutluluk yoksa, mutluluğu siz üretemiyorsanız nereye giderseniz gidin, mutluluğu ve huzuru bulamazsınız.

Hani diyorlar ya, ‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.’ Hayır, eminim her şey eskisi gibi olacak. İnsanlar yine umursamadan yaşayacak, gene sevgiyi ezecek, sevginin üzerinden geçecek, gene birbiriyle didişecek, gene maddi hırsların peşine düşecek. O yüzden bunu değiştirmek için illa bir salgın, felaket olması gerekmiyor. Kendi içinize dönüp baktığınızda neden, nasıl beslendiğinize, neyin sizi mutlu ettiğine dönüp bir bakın. Başkalarını mutlu edip mutlu olmak işin en kolay yolu. Bir hayvan sevin. Bir kedi, köpek sevin, çimene basın, çiçek besleyin, sulayın. Onun her gün filiz açmasını takip edin. Kitap okuyun. Böyle de yaşlı amcalar gibi oldum ama.”

Ben de tam onu söyleyecektim. 60 yaşında mıydınız?

Cem Özer: “Evet. İlber Ortaylı’nın dediği gibi ‘Gezin, gezin. Evlenenler, önce mobilyayı düşünmeyin. Önce dünyayı görün. En az 5 tane büyük, önemli şehri görün. Barselona’yı, Floransa’yı, Paris’i görün. Türkiye’yi gezin, doğuyu görün, Adıyaman’a gidin, Nemrut Dağı’na çıkın, Göreme’ye gidin. Ruhunuzu, dünyanızı büyütün.”

Güzel mesajlarınızla konuğumuz oldunuz, teşekkür ederiz.

Cem Özer: “Ben teşekkür ederim size ve yayındaki tüm arkadaşlarınıza.”

Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış.
Burada yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, yetkili kuruluşlar tarafından kişilerin risk ve getiri tercihleri dikkate alınarak kişiye özel sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler ise genel niteliktedir. Bu tavsiyeler mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Bu nedenle, sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir.
<