Oyuncu İpek Tuzcuoğlu: Bir Zümrüdüanka gibi yenilenme yaşadım
İSTANBUL(AA) – Dizi ve sinema oyuncusu İpek Tuzcuoğlu, ” ‘Niye magazin programlarında yoksun? Niye daha çok röportaj vermiyorsun?’ diye soruyorlar. Bu benim kendi isteyerek yaptığım tercih, bir ilkesellik ve bir prensip. Dolayısıyla artık beni çok görmüyorlar. Sadece iş noktasında, iş yaptığım zaman röportajlar yapıyorum. Bir seneye yakındır da hiç kimseyle röportaj yapmıyorum. Bir Zümrüdüanka gibi yenilenme yaşadım. Mutluyum, huzurluyum. Kendi ruhumla bu sanatçılığımı, oyunculuğumu buluşturacak alan yakaladım ve o alanda çok mutluyum. Yani gerçek İpek bu aslında.” dedi.
İzleyicinin daha çok “Asmalı Konak” dizisindeki “Dicle” karakteriyle tanıdığı Tuzcuoğlu, bugüne kadar “Dürüye’nin Güğümleri”, “Aşk ve Mavi”, “Yalaza” ve “Ankara Yazı-Veda Mektubu”nun da aralarında bulunduğu pek çok yapımda rol aldı.
Şimdilerde ise hafta içi her gün TRT 1’de yayımlanan “Sağlıklı Mutfak” programını sunan Tuzcuoğlu, bale ve dans kariyeriyle başladığı oyunculuk ve sunuculukla dolu mesleki yaşamı ve kendi dünyasındaki ruhsal yolculuğu gibi birçok konuyu AA muhabirine anlattı.
Hoş geldiniz, uzun yıllar oldu görüşmeyeli…
“Merhaba, yıllardır görmüyordum seni, eski bir dostu görmek beni iyi hissettirdi açıkçası.”
Beni de. Ama şu günlerde ekran karşısında olup, sarılamamak da kötü değil mi?
“Alışacağız ama, farklı bir süreç geçiriyoruz hepimiz. Kendimize göre de birçok şey öğreniyoruz. Herkes kendi fıtratı kadar değişiyor aslında. Herkesin nasibi de farklı bu süreçte. Ama dilerim ki herkes olumlu ve iyiye doğru ilerler. Çünkü gerçekten çok çok zor bir dönem herkes için.”
Nasıl geçiriyorsunuz bugünlerinizi?
“Ben çalışıyorum. Ankara’dayım. Dolayısıyla Allah’a şükür çalışan şanslı insanlardan bir tanesiyim. Çünkü bizim sektörde de diziler durduruldu. Tiyatro oyunları oynanmıyor, kapatıldı salonlar. Sinemaya, tiyatroya gidemiyor kimse. Birçok arkadaşım iş noktasında sıkıntı yaşıyor. Ama şükür böyle bir kapı açıldı bana, Ankara’da TRT’ye program yapıyorum. Sıkılacak vaktim olmuyor desem yeridir. Hatta arkadaşlarım arıyor, ‘Hiç canın sıkılmıyor mu?’ diyorlar. O kadar sıkılmıyorum ki. Çünkü ev işi, yemek yapıyorum, bulaşık yıkıyorum, evi temizliyorum. İş bitmiyor. Çok zormuş gerçekten. Biz bunları yaşamıyorduk açıkçası. Yardımcım vardı, annem benim alt katımda oturduğu için yemekleri o yapar. Annemin de, bize temizliğe gelen yardımcı kadının da değerini çok iyi anladım. İşte bunlar çok önemli. Kendi hayatımızın içinde de olsa farkındalık noktasında ilerleyebilirsek aslında müthiş dersler.”
“Maske, eldiven ve gözlük kendimden bir parça oldu”
Bu hem bir ders niteliğinde hem de tek başına bir insanın hayatıyla ilgili neler başarabileceğini gösteren bir dönem, değil mi?
“Aynen öyle. Şimdi normal şartlarda televizyon programı çekiyorum. Büyük bir stüdyodayız. Zeki şef ile yapıyoruz programı, odam var, onun da odası var. Çok az insan çalışıyor. 6 kamera var ama 3 kameraman ile yapıyoruz. Uzak mesafelerdeyiz. Zaten maske, eldiven ve gözlük kendimden bir parça oldu. O kadar içselleştirdim ki onlar olmadan çöp atmaya gitmiyorum. İş noktasında normal şartlarda kostüm sorumlusu, bir makyaj uzmanı, bir kuaför, bir ulaşımı sağlayan arkadaş ve bir asistan gerekiyor. 5 kişilik işi bendeniz yapıyorum. Kostümümü kendim alıyorum, ayakkabılarımı kendim almaya gidiyorum, makyajımı kendim yapıyorum. Bir tek saçımı yapamadığım için kuaför arkadaşımızla maskelerimizi ve baretlerimizi takıyoruz. Uzak uzak fön bile çektirmeden bir tek maşa yaptırıyorum. Eyüp sağ olsun. Öyle yapıyorum, böyle yapıyorum günlük saçımı bu şekilde hallediyorum.”
Ama harika gözüküyorsunuz, ‘Sağlıklı Mutfak’ programınız aslında sizin için de bir sürecin tamamlayıcısı gibi olmuş. Kilo verdiniz ve kendi bedeninizle ilgili bu yolculuğa çıkışınız program haline dönüşmüş. Öyle değil mi?
“Sağol. Evet. Ankara’daydım aslında o süreçte, başka bir iş için gelmiştim. Oradan da Kapadokya’ya yakın bir arkadaşımı götürmüştüm. ‘Siyaset Dergisi’ diye bir dergi var. Onun yönetim kurulu başkanı. Ben de 5 senedir dergide yazıyorum. Hande Yener, bir dönem Zara yazıyordu, Metin Özülkü yazıyor her ay. Ankara menşeli bir dergi. Benim Kapadokya sevdamı hepiniz biliyorsunuz. İşte o dönem gittiğimde koronavirüs bayağı bir yükseldi. Ankara’ya geldim, 14 gün karantinaya girdim, İstanbul’a gelmeden. O ara böyle bir iş teklifi geldi ve buradaydım, kabul ettim. Yapımcılığı Ramazan ile Orhan bey isminde çok sevdiğim iki ortak tarafından yapılıyor. Zeki usta gerçekten çok iyi. Burada özel bir otelin baş aşçısı ve Türkiye Aşçılar Federasyonu Başkanı. Onunla da çok iyi bir sinerji yakaladık. Ve beslenmemi çok etkiledi.”
“Yıllardır doğru beslenmediğimi şimdi anlıyorum”
Gördüğümüz kadarıyla programınızdaki yemek tarifleri ve bilgiler insanlar için sağlıklı beslenmeye yönelik değil mi? Zeki Açıköz şef ile birlikte ortaklaşa programı keyifle götürmenizin de faydası büyük olmalı?
“Evet, aslında tabii o bir şans. Çünkü partnerli program çok zor. Çünkü fıtratın, meşrebin farklı. Güldüğün şeyler, dertlerin farklı. Biz Zeki şef ile çok iyi anlaştık. Gönlü güzel bir insan. Bu büyük bir şans tabii. Çünkü, bu ekrana yansıyan bir şey. Çünkü sen eğer partnerinle uyumsuz olursan insanlar bunu hissediyorlar. Bizim güzel bir birlikteliğimiz oldu. Ben aslında sağlık programlarına ilk ‘Yaşam Koçu’ diye bir programla başladım. Osman Müftüoğlu’ndan çok güzel şeyler öğrendim. Daha sora Ender Saraç, -25 yıllık dostluğumuz var- ondan çok fazla şey öğrendim. Bir dönem, Asmalı Konak sonrası Taylan Kümeli’ye gitmiştim. Biraz kilom vardı. Kilom dediğim de 4 kilo filan. Sanırsın ki 20 kilo ama değil.”
Ama kadınlar için bir kilo bile çok fazla olabiliyor değil mi?
“Evet vallahi öyle. Ben Asmalı Konak’ta 58 kiloydum. Normal kilom 54-55 aslında. Taylan’a da o yüzden gitmiştim. Onunla da çok güzel dostluğumuz oldu. Kendim de meraklıyım bitkisel tedavilere, sağlıklı beslenmeye. İbrahim Saraçoğlu’nu çok takip ederim. Kendisiyle tanışamadım ama büyük takipçilerinden bir tanesiyim. Onun da programlarını, videolarını seyrettim. Zaten bir alt yapım var yıllardır ama yine böyle beslenmeme rağmen doğru beslenmemiş olduğumu anlıyorum. Öğrenmenin yaşı yok. Şimdi daha fazla meyve yiyorum mesela. Daha fazla renkli gıdalar tüketiyorum, daha antioksidan sebzeleri hayatıma soktum. Bu süreçte de kekler, börekler ve pastane işlerini çok sevmeme rağmen almıyorum dışarıdan. Aldığım ekmeği de mutlaka kızartarak yiyorum. Soğuk hiçbir ürün yemiyorum. Dışarıdan sipariş vermek zorundaysanız, ki bekar, yalnız yaşayan çok insan var, mutlaka ısıtın dışarıdan söylediğiniz yiyeceği. Bu süreçte benim biraz göbek gitti.”
“Aileler çocuklarını muhakkak keşfetsinler”
3 yaşından 13 yaşına kadar bale yapmışsınız. Kimin teşviki ile başladınız?
“Ahh, evet. Annemin. Artık cep telefonları ile çekiyor. Ama eski fotoğraflarım var bazen çok seviyorum eski fotoğraflara dokunmayı ve bakıyorum ne kadar küçücükmüşüm. Annem elimden tutup 3 yaşımda özel bale stüdyosuna götürüyor. Aynur Ressamoğlu’na. Ben İzmirliyim, Karşıyaka’da bale stüdyosu ve yaklaşık 12 sene bale eğitimi alıyorum.”
Ama klasiktir anneler kız çocuklarını baleye, babalar da erkek çocuklarını futbola yönlendiriyorlar galiba?
“Evet, erkek çocuklarını folklora yönlendiren anneler de çok var aslında. Bizim dönemimizde folklor da çok önemliydi. Aslında ne güzel bir karma. Doğu ile batı sentezi. Özellikle küçük yaştaki çocukların ritim, koordinasyon duygusunu sağlamak, beyin ve beden gelişimini bir arada tutmak için folklor, bale yapmaları, enstrüman çalmaları bu noktada çok kıymetli. Aileler çocukların bu noktalarını keşfederlerse mutlaka teşvik etsinler. İleride onların hayatında çok güzel yerlerde bulunuyor bu özellikler.”
16 yaşınızda İzmir Devlet Tiyatrosunda ‘Boy Friend’ müzikalinde dansçı kadrosuna girmişsiniz. Ankara Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı-Tiyatro Bölümünü bitirerek oyunculuk yolculuğuna başlamışsınız. Dans kariyeri, akademisyenlik, eğitmenlik düşlemediniz mi? Yoksa oyunculuk mu varmış içinizde?
“Aslında ben dans etmeyi de çok seviyordum. Fakat klasik baleden ziyade modern dans seviyordum. Öyle bir imkan oldu. İzmir Devlet Tiyatrosu’nda dansçı kadrosu açıldı. Dışarıdan gelen tek kişi bendim. Hepsi de Devlet Opera ve Balesi’nin dansçılarıydı. Sınavda bir tek ben kazandım. ‘Boy Friend Müzikali’nde oynadım evet, dansçı kadrosundaydım. Fakat gördüm ki o yaşımda, küçücüğüm, 16 yaşlarındayım. ‘Ya ama en çok alkışı başroldeki alıyor, dansçılar alkış almıyor burada’ dedim. O dürtüyle, bir dakika ben oyuncu olabilir miyim acaba? Oyuncu mu olsam? Başrol oynamak istiyorum ben dedim. Hatta Hülya Savaş o zaman başrolü oynuyordu ve bir dönem de Devlet Tiyatrolarının müdiresi oldu. Sonra da bir dönem çalıştık bir dizide. Ona da çok hayrandım ben. Bak neler hatırlatıyorsun bana! Sonrasında da tiyatro eğitimi almak istedim. Annem öğretmen buldu, eğitimler aldım. Kursiyerlere İzmir Devlet Tiyatrosu’nda bir alan açılmıştı. Sınava aldılar bizi, kursiyer olduk önce. Sonra kazandım, çocuk oyununda oynadım. Daha sonra da Hacettepe’nin sınavlarına girdim, sınavı kazandım. Sonra da oyuncu oldum.”
“Oyunculukta star kalmadı, artık senaryo star diyorum”
Oyunculuk kariyerinizde bir sürü projede rol aldınız fakat ‘Asmalı Konak’taki Dicle rolü sizin tanınmanızı sağladı. Yıllar önce sizinle görüştüğümüzde Çağan Irmak’ın oyuncunun içindeki potansiyelini ortaya çıkartmasından ve o kimliği bir nakış gibi işlediğinden bahsetmiştiniz bana. Hatırlar mısınız bilmiyorum?
“Evet, çok iyi hatırlıyorum. Çünkü o işteki bütün karakterleri zaten şiir gibi hikaye olarak yazdı Meral abla rahmetli, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın Meral Okay. Mahinur Ergun da onları çok güzel süsledi senaryosuyla. Çağan da harikalar yarattı. Aslında bize de çok fazla iş düşmedi açıkçası. İyi bir hikaye, senaryo ve yönetmenlik oyuncuyu her zaman parlatan bir şeydir. Benim son zamanlarda söylediğim bir şey var; Artık senaryo star diyorum. Yani oyunculukta starlık kalmadı. İşte yurt dışı satışları için, bazı isimler yurt dışından talep gördüğü için daha çok göz önünde olsalar dahi, o insanlarla ilgili bile doğru hikaye, doğru senaryo, doğru reji kurgulanamazsa onların işleri bile kalkıyor dikkat ederseniz. O yüzden artık başrol senaryonun diyorum ben. İyi bir hikaye ve senaryo olması gerekiyor.”
Bir röportajınızda, “Ustalık iyi oyuncu olmakta değil iyi proje seçmektedir” demişsiniz. Asmalı Konak sonrası evet güzel projelerde yer aldınız. Ama sizin için Dicle karakteri gibi bir karakter oldu mu?
“Tabii ki. ‘Dürüye’nin Güğümleri’ oldu. Dürüye vardı çok sevdiğim. Eğer insanlar sizi yolda canlandırdığınız karakterle çağırmaya başlıyorlarsa o artık İpek değildir o karakter olmuştur. Ne bileyim ‘Dicle’ diye, ‘Dürüye abla’ diye bağırıyorlarsa bu hakikaten önemli bir ölçüdür oyuncular için. Bazı oyuncular komplekse girerler. Benim adım şu, bu, niye karakter ismiyle çağırıyorlar beni diye. Tam tersine düşünmek gerekir. Çünkü siz orada aslında bambaşka bir yaratım içinde olduğunuz için, o oynadığınız karakteri insanlara sevdirmeniz gerekiyor. Bendenize sorarsanız gerçek oyunculuk böyle bir şey. Benim hoşuma gider yani oynadığım karakterle çağırılmak. Hiçbir kompleks duymam bundan. ‘O… Çocukları’ filminde Hatice karakteri vardı çok sevdiğim. ‘Ankara Yazı-Veda Mektubu’ diye bir sinema filmi çekmiştik. Mustafa Pehlivanoğlu’nun annesi Zeynep anneyi çok severek oynadım. Sinema filmlerini, dizilerin çok dışında tutuyoruz tabi. ‘Aşk ve Mavi’de mesela bir karakteri oynadım. Kapadokya’da çekmiştik. Her ne kadar o karakteri oynasam bile ben Kapadokya’nın Dicle’siyim o değişmiyor.”
İnsanlar hala Dicle diyor değil mi?
“Çok benimsemişler, çok içselleştirmişler. Bak 20 sene oldu. Enteresan bir şey var mesela, insanlar evde oldukları için eski dizileri, sinema filmlerini seyrediyorlar. Mesela ‘Asmalı Konak’ı şimdiki jenerasyon da biliyor, seyrediyor. O dönem doğmamış olanlar şimdi seyredip bana mesajlar atıyorlar. ‘Çok güzel diziymiş, Dicle’ye bayıldık’ diye. Tabii ben mest oluyorum, ne güzel bir duygu.”
“Yalaza çok güzel ve cici bir işti”
En son diziniz ‘Aşk ve Mavi’ oldu ve sinema filmleriniz de ‘Ankara Yazı-Veda Mektubu’ ve ‘Kervan 1915’ değil mi? Yeni başka projeler var mı?
“Evet. Kervan 1915, 2016’daydı, o daha önceydi. En son yaptığım, ‘Ankara Yazı-Veda Mektubu’ fakat ‘Aşk ve Mavi’den önce ‘Yalaza’ vardı. Hasan Kaçan’la, Kadir Çöpdemir ile yaptığımız. O da çok güzel ve cici bir işti. Taraklı’da çekmiştik TRT’ye yaptık onu da. Ondan önce de ‘Baba Candır’ vardı. 12 bölüm misafir sanatçı olarak oynadım.”
Yeni projeler var mı? Dizi ya da sinema filmi?
“Yeni projeler var ama şu anda sinema filmleri koronavirüs sebebiyle çekilemiyor biliyorsun. Setler durmuş durumda. Herhalde eylül, ekim gibi aktif hale gelir diye düşünüyorum. Kimileri daha erken olacak diyor ama ben erken olmasının risk olduğunu düşünenlerdenim. Mayıs sonu, bayram sonrası sete çıkmayı biraz riskli görüyorum.”
Siz korona sürecinde çalışıyorsunuz ama orta, uzun vadede koronavirüs sanat dünyasını nasıl etkiler? Bir ön görünüz ve değişime ilişkin hazırlık var mı?
“Çok etkiliyor bence. Çünkü benim çoğu arkadaşım işsiz şu anda. Bir garantileri yok. Gerçekten sanatçı deyince sadece oyuncu olarak algılamamak gerekiyor. Bunun ne bileyim müzisyenleri var. Bu insanlar öyle ya da böyle geceleri gündüzleri, üniversitelerde, oralarda buralarda çalan orkestra mensubu arkadaşlar var. Bunlar da sanatçı. Sadece oyuncu noktasında değerlendirmemek gerekiyor. Tiyatro oyuncuları var. Tiyatronun arkası var. Tiyatronun ışığını yapan, tiyatro yönetmeni, tiyatronun kostümcüsü var, dekor taşıyan arkadaşlar var. Aynı şey diziler için geçerli. Dizi dediğiniz sizin sadece gördüğünüz 10 kişilik ünlüden oluşmuyor. Onun arkasındaki ekip var, set çalışanları var. Bunlar çalışmıyor şu anda. Bir sözleşme yaptığınız zaman o dizi başlıyor. 60 gün sonra paranızı almaya başlıyorsunuz. Eskiden yevmiye usulü vardı. Yani haftalık verirlerdi. O sistem de yok. Şimdi herkesin içerde 7-10 bölüm içeride parası var. Oyuncular noktasında söylemiyorum bunu. Çünkü ben sadece dizi denildiği zaman benim için ekip ruhu çok önemlidir. Ben oyuncu arkadaşlarla birlikte set ekibini de sayarım. Çünkü siz orada ekip olmazsanız bir hiçsiniz. Onlar olmazsa siz bir şey değilsiniz, nasıl çekeceksiniz? Bunun senaryo grubu, senaristi var, kurgusu var. Bunların her bir birimini düşündüğün zaman şu anda Türkiye’de işsiz ve maddi imkanı olmayan çok fazla bizim sektörde insan var. Bildiğim kadarıyla şimdilik herhangi bir şey yapılmadı. İnşallah yapılır. Gerçi Oyuncular Sendikası, BİROY var. Ankara’da olduğum için çok fazla içlerinde değilim ama belki de devletle birtakım çalışmalar içindedirler diye düşünüyorum.”
“Sadece beden sağlığı değil, zihin sağlığı da önemli”
Belki seslerini duyurmaya çalışıyorlar oyuncular, sendikalar ya da setin arkasında çalışan herkes ama çözüm konusunda kim ne yapıyor? Açıkçası pek bilmiyoruz…
“Bendeniz de bilmiyorum. Ama yapılmış olsaydı duyardım. Çünkü çoğu arkadaşımla konuşuyorum. Çok umutsuzlar ve mutsuzlar. Herkesin kartı, borçları var, herkes gibi, birçok kişi gibi. Ama devam edenler de işlerine gerçekten günde bin kere şükretseler az. Şükür çok önemli. Şükretmeyi unutmamamız gerekiyor. En azından diyoruz sağlığımız yerinde. Ama sadece beden sağlığı önemli değil bu noktada, zihin sağlığı da çok önemli. Tamam, bedenin sağlıklı olsun, korona kapma, koronayla mücadelede bütün hijyen kurallarına uy. Ama zihnini ve ruhunu da koruman gerekiyor. Bakıyorum bütün arkadaşlarım sürekli televizyon seyrediyorlar. Diyorum ki, yapmayın, seyretmeyin bu kadar. Sadece merak ediyorsanız Sağlık Bakanlığı’nın verilerine bakın, Sağlık Bakanı ve ekibi şahane işler çıkartıyor bence. Onun dışında #HayatEveSığar uygulaması var onu indirin, onlara bakın. Çevrenizde ne kadar var birtakım şeyler. Yurt dışında, Amerika, İtalya, İspanya, New York’ta şu kadar ölüm olmuş, diyorum ki bunlarla kafanızı yormayın. Ölümden çok yaşama odaklanmamız gerekiyor. O kadar çok ölüm, ölüm, ölüm.. Zaten ölümlüsün. Hepimizin bilinçaltında ölüm korkusunu tetikleyen bir dolu olay var aslında. Dolayısıyla bunları seyrederek sürekli ortaya çıkartıyorsun. Sağlıklı bir ruh hali içinde olman mümkün değil. Yani anksiyete oluyorlar.”
Biraz bunlardan uzak duralım tabii. Umarım bu günler çabuk biter ve sahalarda projeler bir an önce başlar. Peki bu bahsettiğiniz var olan projeleriniz belli mi?
“İnşallah. Bunlar daha duyulmayan projeler. Zaten biliyorsun ben ketumumdur. Sözleşme olmadan anneme dahi söylemem hiçbir şeyi. Dolayısıyla şu anda senaristler, yapımcılar çalışıyorlar.”
Cengiz Aytmatov’un romanından daha önce sinemaya uyarlanmış “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın 2006 yılında Sadri Alışık Tiyatrosunda sahnelenen tiyatroya uyarlanmış oyununda oynadınız. Çok güzel bir projeydi.
“Yaaa, ne güzeldi. O kadar severek çalıştım ki. O kadar sevmiştim ki Asya karakterini. Allah’a çok şükür her sene tiyatro oyunu tekstleri geliyor bana, yıllardır hiç bitmedi. Hatta 2-3 tane geliyor. Fakat çok, çok sevmem gerekiyor. Asya karakteri gibi Selvi Boylum Al Yazmalım’da Türkan Şoray’ın canlandırdığı, Kadir İnanır’ın oynadığı.”
“Biraz nostaljik, eski şeyleri seviyorum”
Tabii, bir de çok özel bir proje. Bir sevda masalı niteliğindeki filmin tiyatro versiyonunda, Türkan Şoray tabii ki sinemada çok iyiydi, o rolü siz üstlendiniz. Filmi mutlaka izlemiş ve sevmişsinizdir. Nasıl hissettirdi size?
“Tabii kaç kere seyredildi filmi. Türkan Hanım’ın, Kadir Bey’in, Ahmet Mekin’in galaya gelmesi bizi çok mutlu etti, çok büyük heyecan oldu. Vallahi öyle bir proje çıkmadı önüme açıkçası. Bir dönem Kanlı Nigar diye bir oyun vardır o geldi. Fakat prodüksiyonel anlamda kuvvetli olmayacağına inandığım için onu da kabul etmedim. Karakter anlamında iyi bir işti benim için. Ama şimdi tiyatro tarzı ve ekolü de çok değişti. Mesela çoğu genç tiyatro yazarı arkadaşlar var. Bunların değişik oyunları var. Daha değişime dönüşüme, daha toplumsal bir takım yaraları sorgulamaya yönelik oyunlar var. Bendeniz biraz nostaljiyi, eski şeyleri seviyorum. Keşke Hisseli Harikalar Kumpanyası yapılsa. Zeki-Metin’i, Devekuşu Kabare’yi çok özlüyorum. Şimdi mesela Alice’i yaptılar, gerçi seyredemedim ama Serenay’a (Sarıkaya) bayılıyorum. Çok beğeniyorum, en beğendiğim oyunculardan bir tanesi. Keyifle takip ediyorum Serenay’ı.”
Yeni jenerasyondan başka beğendiğiniz oyuncular var mı?
“Farah Zeynep Abdullah’ı, Serenay Sarıkaya’yı ve bir de Bergüzar Korel’i çok beğenirim. Bergüzar da benden çok küçük zaten. Bunlar benim üçlüm.”
Onu düşündüm şimdi, Bergüzar Korel yeni, genç jenerasyon sayılabilir mi?
“Tamam o da tabii ki büyüdü ama hepimiz büyüyoruz. Çok beğenirim, kendi de çok hanımefendidir. Meslekleri, duruşları ve samimiyetleriyle bu üç ismi de çok beğeniyorum ve takip ediyorum. Bu arada kendi jenerasyonum için de söyleyeyim sevdiklerimi. Nazan Kesal bayılırım. Vahide Perçin bayılırım. İpek Bilgin, Bennu Yıldırımlar bunlar benim çok beğendiğim oyuncular.”
Ne güzel…
“Hakikaten mutlaka söylerim, her yerde söylerim. Önemli olan çünkü senin kendini oyuncu olarak görmeden değerlendirme yapabilmen. O hırs, o kıskançlık, onları sevmiyorum ben kendi hayatımda. Mümkün olduğu kadar da tutmamaya gayret ediyorum. Çünkü sana onlar zehir yani. Vücudunun, zihninin zehirleri. Birini kıskanmak, birine haset etmek, biri hakkında kötülük düşünmek, bunlar senin kendine verdiğin zararlar aslında. O yüzden mümkün olduğu kadar sevgiyi de başarıyı da paylaşmayı seviyorum. Çok seviyorum ve övmeyi de severim beğendiğim oyuncuları.”
“Özcan Deniz’in hikayesi bence tam başarı hikayesidir”
Özcan Deniz ile uzun yıllar Asmalı Konak’ta rol aldınız. Kendisi sonra kariyerine oyunculuk ile müzisyenliğin yanına senaristlik ve yönetmenliği de ekledi. Birçok sinema filmi de çekti. Şimdi de korona ve evdeki karantina dönemini değerlendirerek yazdığı bir hikâyeyi senaryolaştırıp ev halkıyla çekmeye karar verdi. Bu durumu, “Bir yönetmeni eve kapatırsanız olacağı bu” sözüyle açıklamış. Siz nasıl buluyorsunuz yönetmenliğini?
“Budur! Seyrettim. Romantik komedi aslında daha çok. Ama son filmini seyretmedim. Gerilimli bir filmdi zannedersem. Meryem Uzerli ve Aslı Enver ile oynadığı.”
‘Öteki Taraf’ filmini mi?
“Evet, onu seyretmedim. Gayet başarılı buluyorum. Neden? Çünkü kendini çok geliştiren insanlardan. Özcan Deniz’in hikayesi bence tam başarı hikayesidir. Gerçekten. O zaten kendi de bunu paylaşıyor. Yanılmıyorsam kendi hayatıyla ilgili bir dizi projesi de vardı. Ne oldu bilmiyorum ama? Bir başarı hikayesidir Özcan’ın hikayesi. Gerçekten sebat etti, çalıştı, okudu, araştırdı, denedi ve başardı. Ben hakikaten alkışlıyorum. O insanla görüşüp görüşmemem, seviyor ya da sevmiyor olmam, işte diyorum ya bu tür şeyleri hiç düşünmememiz gerekiyor. Objektif olmak gerekiyor hayatta herkese karşı. Kimi sever kimi sevmez, kimi hoşlanır kimi hoşlanmaz ama adalet duygusunu kaybetmemek gerekiyor. O yüzden tebrik ediyorum her zaman.”
Teklif gelse onun bir filminde rol almak ister miydiniz?
“Valla öyle bir teklif hiç olmadı, hiç öyle bir şey gelmedi şimdiye kadar Özcan’dan. Oynarım tabii ki eğer karakteri seversem neden oynamayayım?”
Oynamak istediğiniz tarihten bir kadın, belki de bir erkek karakter olabilir var mı?
“Erkek de olur. Valla, Charlize Theron’un ‘Cani’ diye bir filmi vardı. Oscar aldığı eski bir filmdir. Öyle, farklı bir karakter oynamak isterdim. Mesela ‘Saatler’ diye bir film vardır.”
Evet çok güzel bir filmdir. 3 farklı kadının hikayesi.
“Evet, mesela o tip bir sinema filminde oynamak isterdim. İnşallah bakalım, Allah daha ömür verirse güzel işler yaparız ve nasibimizde de varsa. “
“Yeşilçam’ı yakalayan nadir oyunculardan biriyim”
Sektörde ve kendi özel hayatınızda kadın olmanın zorluklarını yaşadınız mı? Yaşam deneyiminiz açısından kadınlara-genç kızlara ne gibi tavsiyeleriniz olur? Geçmişten bugüne kadar objektif olarak kendinizi değerlendirirseniz İpek Tuzcuoğlu olma yolunda neler yaşadınız?
“Tabii ki her dönemin kendi zorluğu var. Aslında zamanın ruhu diye bir tanımlama vardır ya, zamanın ruhuna göre her şey de değişim gösteriyor. Benim 33 yıl oldu. Dolayısıyla Yeşilçam’ı yakalayan nadir oyunculardan biriyim. Yeşilçam’daki ustalarla çalışma imkanım oldu. Çalıştığım bütün yönetmenler vefat etti. İşte Memduh Ün’den Osman Seden’e kadar, Orhan Elmas, Ayhan Önal gibi o kadar kıymetli insanlarla çalıştım ki, bu işin aslında tam ‘A’sını öğrendim. Sette çay da dağıttım, şaryo da kurdum, makyaj malzemelerini de temizledim. Bildiğin okul gibiydi benim için. Usta-çırak ilişkisindeki o ahlak, o edep, o saygı çok içimize sindi bizim. Bizim kuşak biraz böyledir. Dolayısıyla biz yönetmen yardımcısının karşısında bile hazır oldaydık, bırak yönetmeni. Şimdiki gençler çok daha şanslı. Çünkü yönetmenle birebir iletişim kurma şansları var. Bizim dönemimizde yoktu. Bizim dönemimizin yönetmenleri biraz daha tatlı sertlerdi ama daha mesafelilerdi. Despottu onlar biraz. Şimdikilerle tabii ki arkadaş gibisin. Ama yine de set ahlakı ve set etiğini hala öğrenemeyen birçok arkadaş var. Lakaytlar. Yönetmenle konuşma şekilleri çok hoş olmuyor. Tabii nereden öğrenecek ki? O kadar çok dizi, kanal ve yönetmen var ki. Kim kime neyi öğretecek? Dolayısıyla biz çok şanslıyız. Mesela bizim hiç karavanımız filan olmadı. Şimdilerde var. O zamanlar köylerde, kasabalardaki evlere rica ediyorduk. Çalıştığımız yerlerde hiçbir zaman evlerin içinde tuvalet olmazdı. Düşün yani ne kadar eskiden bahsediyorum. Tuvaletlerle evler ayrı oluyordu yani çalıştığımız yerlerde. Hakikaten bu işin cefasını çeken gruptan oldum.”
Bir tanesinde birlikteydik. ‘Büyü’ filminizin Mardin’in köylerindeki çekimlerinde. O şartların nasıl olduğunu ben de gördüm.
“Ah, evet. Çok da uzak değil yani. Bahsettiğin 2006 yılıydı. Dolayısıyla hepimiz yaşadık bunları. Sorunu unuttum tabii dağıttım ben konuyu?”
Zorlukları yaşarken objektif olarak değerlendirip kendinizde gördüğünüz, yaşadığınız yaralanmaları ve güzellikleri sormuştum?
“Fiziki zorlukları vardı ve tabii bu ister istemez psikolojik anlamda da zorluyordu seni. Ama onun dışında büyük travmalar, büyük acılar yaratacak bir şey yaşamadım açıkçası. Çünkü çok inançlıydım. Hep inandım kendime, iyi bir yere gelebileceğime. Çok hatalar, yanlışlar kendi içimde yaptım, özel hayatımda da mutlaka yaptım ki, iyiye ancak öyle gidebilirdim. Tökezledim, ayağım takıldı, düştüm, kendi merhemimi kendim sürmeye çalıştım. Gayret ettim. Her şeyi kendim öğrendim aslında. Belki de benim en büyük eksiklerimden bir tanesi yanımda çok doğru insanların olmamasıydı kariyer noktasında. Çünkü bu 33 senede her şeyi kendim öğrendim diyebilirim. Öyle büyük şanslar olmadı hayatımda. Röportajlar noktasında da öyle. Hiçbir zaman kimse desteklemedi beni. Rabbim nasip etti, o nasibin sonucunda sizler benimle röportaj yaptınız. Tamamıyla amatör bir ruhla ilerledi benim kariyerim. Daha sonra büyüdükçe, geliştikçe, olgunlaştıkça anladım ki bu magazinin, özel hayatı konuşmanın hiçbir faydası yok. Tam tersi senden götürüyor, senden alıyor. Amiyane olacak ama insanların masasına meze oluyorsun. Bu tavır, bu şekil benim meşrebime hiç uymadığı ve gözüm açıldığı için, tabii insanın önce kalp gözü açılıyor biliyorsun, kalbi açıldı mı, zihne de o yansıma oluyor. Dedim ki bir dakika. Ben bazı yerlerde hatalar yapmışım. Evet, yanlışlarım olmuş, bunları düzelt. Bu düzeltmeler de büyük emek isteyen düzeltmeler oluyor. Şahsen de şunu soruyorlar; ‘Niye magazin programlarında yoksun? Niye daha çok röportaj vermiyorsun?’ Bu, kendi isteyerek yaptığım tercih, bir ilkesellik ve bir prensip. Dolayısıyla artık beni çok görmüyorlar. Sadece iş noktasında, iş yaptığım zaman röportajlar yapıyorum. Bir seneye yakındır da hiç kimseyle röportaj yapmıyorum. Bir yenilenme yaşadım. Bir Zümrüdüanka gibi. Mutluyum, huzurluyum. Kendi ruhumla bu sanatçılığımı, oyunculuğumu buluşturacak alan yakaladım. Ve o alanda çok mutluyum. Yani gerçek İpek bu aslında. Biraz uzun oldu ama.”
“Ünlü olmaya özenmesinler, sadece işlerini sevsinler”
Bir kadın olarak sektöre girmek isteyen ve aynı zamanda sizi izleyen genç kızlara ve kadınlara tavsiyeleriniz nedir?
“Bir defa kesinlikle oyuncu olmak istiyorlarsa eğitimini alsınlar. Eğitim her zaman donatan bir şeydir insanı. Güçlü kılar, sağlam durmanızı, insanlara karşı kendinizi doğru savunmanızı sağlar. İyi metin okumayı, iyi karakter yaratmayı getirir. Ben mutlaka ne olursa olsun eğitimden yanayım. Onun dışında doğru bir kariyer planlaması yapacak menajerlerle çalışabilirler. Çok iyi menajerlik ajansları var artık. Ama gerçekten isim olmuş menajerlik ajanslarından bahsediyorum. Cast ajanslarından uzak dursunlar. Kimin ne yaptığı hiç belli değil. Araştırmadan, emin olmadan değil, referans alarak gitsinler. Ünlü olmaya özenmesinler, sadece işlerini sevsinler. Gerçekten işini seven insan bir noktada başarıyı yakalıyor. Sevdiğiniz işi yapın. Sevdiğiniz meslek her ne ise. Aşçılıksa aşçılık, diş hekimliğiyse diş hekimliği, diyetisyenlikse diyetisyenlik, spikerlikse spikerlik, oyunculuksa oyunculuk. Yani iş bulamadığınız zaman oturup, küsmeyin, üzülmeyin. Zaten siz o işi seviyorsanız, o sizi mutlaka tatmin edecek ve Allah sizin yolunuzu illaki açacak, rızkınızı da verecektir. Yeter ki siz var oluşunuzdaki yetenekleri, sisteminizi keşfedin. Neleri yapabilirim? Hangi konularda yetenekliyim? Mesela lise öğretmenleri bu noktada iyi bir referans kaynağı olabilir. Üniversite hocalarıyla paylaşsınlar. İllaki çevrelerinde bir müzisyen, bir ressam, gönlünü sanata vermiş eş dost vardır, onlarla istişare etsinler. Yeteneklerini onlarla konuşsunlar. Konuşsunlar ama. Ne kadar çok konuşurlarsa, ne kadar çok fikir alırlarsa, ne kadar çok kendilerini keşfederlerse gençler, o kadar doğru bir planlama ile geleceklerini kurabilirler. Sevdikleri meslek çok önemli bu noktada.”
Yönetmen olsaydınız hangi filmi yönetmek isterdiniz? Ve düşünüyor musunuz yönetmenlik yapmayı?
“Yok öyle bir niyetim ama olsaydım, iki film var benim hayatımda, her seferinde seyrettiğimde çok etkilenirim. Bir tanesi Çağrı filmi, diğeri de Baba serisi. Benim vazgeçemediğim iki tane filmdir. İkisini de çekmeyi bırak, setlerinde toz alan biri olsaydım keşke o iki film çekilirken. Ama Çağrı filminin yeri apayrıdır bende. Ama mesela Avatar diye bir film yapıldı, o kadar güzel ki mesajı aslında. Avatar’a baktığım zaman ve şimdiki hayatımıza, biz aslında bütün canlıların hayatını çalıyoruz. Onların hayatını işgal ediyoruz. Belki Avatar’da başka bir dünya var ama biz kendi Avatar’ımızı yaşatıyoruz, biz kendimizi yaşatıyoruz o güzelim canlılara.”
“O kadar mutlu ki hayvanlar, bütün sokaklar, mahalleler o güzel canların oldu”
Siz de mutlaka arkadaşlarınızla sohbet ederken konuşuyorsunuzdur. Biz evlerdeyiz, hayvanlar dışarıda. Bu yaşadığımız ince bir ironi aslında değil mi?
“Yaa, yaa! O yüzden bunları görmek gerekiyor. Tabii öncelikle ben bilimden, bilimin ışığında ilerlemekten yanayım. Allah akıl vermiş. Gerçekten bilimin ışığında ilerleyeceğiz. Ne yapmamız gerekiyorsa yapacağız ama bir taraftan da ruhumuzu düşüneceğiz. Yaradan böyle bir şey yaşattı bize. Sorgulamamız gerekiyor. Bilim baş tacımız ama bir taraftan da manevi hayatımıza baktığımız zaman, biz insanoğlu neleri kötü, neleri yanlış yaptık? Bu çocuklara, bu hayvanlara niye zulmettik? Baktığımız zaman biz dualara çok inanan bir milletiz. Dualar göğe yükseliyor da zalimlerin de yaptıkları orada. Zalimlerin yaptıkları da gitti göğe. Bizim daha çok dua edip, daha çok tefekkür edip içimize dönmemiz gerekiyor.
Her şeyi çevre, doğa, çiçekler, böcekler, ağaçlar, hava, yaratılanlar için yapmamız gerekiyor. Biliyor musunuz ki, şu anda dünyada en temiz hava solunuyor. Çünkü trafik yok, mazot yok. Arındık aslında birtakım şeylerden. Hayvanları huzurla bıraktık. O kadar mutlu ki hayvanlar. Bütün sokaklar, mahalleler o güzel canların oldu. Güzel tarafından bakmak gerekirse bir arınma ve temizlenme süreci. İnşallah akıllanırız ve bundan sonraki süreçte daha da beterini yaşamayız.”
Dileriz ve umarız.. Konuk oldunuz, çok keyifli bir söyleşiydi. Teşekkür ederiz.
“Ben de çok keyif aldım. Çok teşekkür ederim.”