Yazar Mario Levi: Benim en derin vatanım Türkçedir
İSTANBUL(AA) – Yazar, iletişim eğitmeni Mario Levi, Türkçe’ye olan sevdasına ilişkin, “Fransızca yazabilirdim. Yazsaydım da işim çok kolaylaşırdı bir dünya yazarı olmak açısından. Bunu tercih etmedim. Zor yolu seçtim belki ama kendi doğallığı içinde gelişti bu. Çünkü çocukken sokakta hangi dilde top oynamışsan, gençken hangi dilde ilk aşkını yaşamışsan, çok kızdığında hangi dilde sövmek geliyorsa içinden, o dil senin dilindir ve o dil Türkçeydi. O sebepledir ki, kendime hep şunu söylüyorum, benim en derin vatanım Türkçedir.” dedi.
“İstanbul Bir Masaldı”, “En Güzel Aşk Hikayemiz”, “Bir Şehre Gidememek”, “Lunapark Kapandı” ve “Size Pandispanya Yaptım” adlı kitapların da aralarında bulunduğu birçok esere imza atan yazar Levi, yazarlık serüvenini, yeni çalışmalarını ve ailesini, AA muhabirine anlattı.
Bir röportajınızda “Mutsuz geçen çocukluğum sayesinde yazar oldum” diyorsunuz. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
“Aslında hayata bakışımı da ortaya koyan bir fikirden hareket ederek başlayalım. Yıllar geçtikçe kader tasarısına her geçen gün biraz daha inanmaya başladım. Çünkü bazen şunu düşünüyorum. Hiçbir yaşanan sebepsiz değildir. Mutlaka bir yer, bir değer vardır bize gösterilen ve o değeri hayatımızın akışında ya görürüz ya da görmeyiz. Sorunuza böyle bir açıdan yaklaşacak olursak, mutsuz bir çocukluk, zor bir ergenlik geçirdim. Bunun sebebi çok basitti, uyumsuz, yalnız ve çok çekingen bir çocuktum. Duygularımı hep içime atar, istediğim insanlarla kolay kolay iletişim kuramazdım. Bütün bunlara ergenliğin zaten beklenen ve herkesin yaşadığı sorunlarını da ekleyecek olursak, bedenimizde, hayata bakışımızda birtakım değişiklikler oluyor. Bunların getirdiği sorunlar da eklendiğinde, zor bir dönemdi, onu söyleyebilirim. Fakat bu zor döneme rağmen bir şekilde hayatın kendine göre bazı renkleri ve güzellikleri olabileceğini gördüm. Dünyaya karamsar bir bakış açım vardı fakat umudumu hiç kaybetmedim.”
Peki, yazar olmayı hayal etmiş miydiniz?
“Hayır, böyle bir somut hedef yoktu. Daha doğrusu hayatımda yazar olacağım diye bir tasarı, hayal ve hedef yoktu. Ancak ben bunun farkında değilmişim. Meğerse varmış. Çünkü özellikle ortaokul ve lisedeyken birçok dersimden çok sıkılırdım ve bayağı vasat bir öğrenci konumundaydım. Lakin sadece Türk ve Fransız edebiyatı, felsefe ve psikoloji dersleri çok iyi notlar aldığım derslerdi. Güzel kompozisyonlar yazmaktan pek mutlu olurdum. Takdir edilmek de gururumu okşardı. Bunlar demek ki birer başlangıçmış. Birer değer olarak gördüm bunları. Bir de bazen gülümseyerek anlatıyorum bunu, 13-14 yaşımda, kim bilir hangi etkilerle artık, 2 roman yazma deneyimim oldu. Fakat her ikisi de 15-20 sayfa kadar sürdü sonra devam edemedim.”
“İstanbul’un hayatımda her zaman çok derin izleri oldu”
İlk gençlik yıllarınızda İstanbul’un önemi neydi? Yaşamınızın neresindeydi İstanbul?
“İstanbul’un benim hayatımda her zaman çok derin izleri oldu. İlk gençlik demeyelim de daha çok gençlik yılları… Yani bunun sınırları nedir söyleyemeyeceğim ama… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde okudum. Üniversitenin ilk yılı bittiğinde bir dostumun da teşvikiyle hikayeler yazmaya başladım. Farkında olmadığım uzun bir hazırlık dönemi… Birdenbire hikayeler yazmaya başlıyorsunuz. 19 yaşındaydım. 19 yaşında bir delikanlı, bir kere aşk acısını yazar. Fakat onlar bir yere kadar gidiyor çünkü her yazar yolun başında, en iyi neyi anlatabileceğini ve neyi anlatmanın kendisini hakikaten heyecanlandıracağı sorusunu sorar. Ben de farkında olmadan, o yolda biraz el yordamıyla gittiğim halde, kendime sordum. Aslında cevap İstanbul’du.
Ben birçok farklı kültürle büyüdüm. Mesela somut birtakım misaller verecek olursam, annemin babasının ve annesinin evinde tam bir batılı olarak büyüdüm. Evde Fransızca konuşuluyor, opera ve Fransızca şarkılar dinleniyor. Böyle bir bir ortam var. Buna mukabil, babamın evinde tam bir Osmanlı kadını olan babaannem yaşardı. Ondan da Türk musikisi eğitimi aldım. Onunla birlikte evde Münir Nurettin Selçuk, Safiye Ayla dinlenirdi. Bütün bunlar çok büyük bir etki bırakmıştı üzerimde. Bunların hepsi bir hazırlık, bir eğitimmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar üstadın hepimize miras bıraktığı terkip meselesinin önemini bizzat yaşadım. Yani bu benim için entelektüel bir tercih değildi, bizzat yaşanmış bir bilgiydi. Bunun bana verilmiş bir armağan olduğunu düşündüm. Hiçbir kişisel çabam olmadı. Sadece bana verildi ama ilk yolda yürümeye başladığım ürkek ve tereddütlü adımlarımda bu bilgiler yanı başımdaydı. Artık bunları aktarmaktan çekinmemem gerektiğini görmüş oldum.”
Yazarlık serüveniniz 1970’li yılların ortasında başlıyor ve ilk kitabınız 1986’da yayımlanıyor. Bu süreç nasıl geçmişti?
“Yazarlıkta iki önemli değer vardır. Hem yola çıkmanız hem de o yolda yıllarca yürüyebilmeniz için iki önemli değere bağlanmalısınız. Bunlardan biri tutkudur, öbürü de sabır. Ben aslında birçok meslek için de bunun geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani bu söylediğim bir marangoz ve kuyumcu için de geçerli. Tutku ve sabır çok önemli. Bir edebiyat tutkusu var. Birtakım hikayeleri tabiri caizse çiziktiriyor ve direniyorsunuz. Bunları neşretme cesaretini uzun yıllar gösteremedim. Bazı hikayelerimi okuyan ve yüreklendirici telkinlerde bulunan hocalarımın sözlerine rağmen, neşretmedim. Bir de buna ek olarak hayatın getirdiği birtakım sorumluluklar vardı. Üniversiteyi bitirince ayakta kalma ve var olma savaşı veriyorsunuz. Meslek edinmek ve para kazanmak zorundasınız. Türkiye’de ve dünyada genelde kitaplarınızdan hayatınızı kazanmanız pek mümkün değil. Başka işler yapmak zorundasınız. O dönemler benim için birazcık böyle çalkantılı dönemlerdi. Zaman zaman yazmaya ara verdiğim dönemler bile oldu. Kendimi bulmak zorundaydım.
Hep şuna inandım: ‘Ne yazacaksam mutlaka inandığım metinler yazmalıyım’. ‘Ne yazsam da yazacağım kitap çok satsa?’ sorusunu kendime hiç sormadım. Elbette çok sevilir ve satılırsa mutlu olurum ama önemli olan okunması, okunduktan sonra da sevilmesidir dedim kendime. Birazcık bu anlamda da zorladım şartları. 1984 yılıdır, ilk yazımın yayınlandığı yıl. Bu sebepledir ki yazarlığımın başlangıcı olarak bu yılı sayarım. Daha öncekiler de yazarlık dönemiydi ama hep bir hazırlık süreciydi. Sonra bir biyografi yayınlandı, ‘Jacques Brel: Bir Yalnız Adam’, 1986 yılında. Aslında benim üniversitede bitirme tezimin biyografileştirilmiş halidir o. Ardından zamanla şartlar elverdi, talihim yaver gitti. 1990 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’ne layık görülmemle birlikte artık yazarlık yolunda ilerleyebileceğime daha çok inanmış oldum.”
Hangi mesleklerle uğraştınız? Bu mesleklerin yazarlığınıza katkıları nelerdi?
“Ben üniversitede Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduğum için bir yıl Fransızca öğretmenliği yaptım. Ardından her Türk genci gibi askere gidip Burdur’da 4 ay askerlik yaptım. Onu takiben rahmetli dedemin tıbbı cihazlar üzerine ithalat mümessillik işi vardı. O meslekte bayağı bir vakit geçirdim. Biraz kerhen yaptım diyebilirim. Fakat ayakta kalmak zorundaydım. Bu dönemde gazetecilik de yaptım. Herhangi bir basın kuruluşunun kadrolu elemanı olmadan, dışarıdan gazetelere yazılar yazdım. Yine bu süre içerisinde radyo programcılığı yaptım, TRT’de dünya müzikleri üzerine 2 yıl program yaptım. Bu muhteşem bir deneyimdi ve tabii TRT usulü radyo programı için metinlerim önce denetimden geçiyor, değerlendiriliyordu. Beni en mutlu eden de şu oldu, programları ben sundum. TRT onaylı bir sesim var diyebilirim. 1997 yılında da Yeditepe Üniversitesi’nde ders vermeye başladım. Üniversite hocalığının yolu da açılmış oldu.
Birçok mesleği severek veya sevmeyerek yapmak zorunda kaldım. Çünkü benim amacım sadece yazmaktı, hedefim yazar olmaktı. Bu sebeple de yaptığım birçok işe, tabiri caizse göz yumdum. Ancak zamanın akışında şunu da gördüm, meğerse her yaptığım meslek bana bir şey öğretmiş, o şeyin adı ne olursa olsun. Mesela insan ilişkilerini öğretmiş. İnsanların bazı durumlarda hayata nasıl bakabileceklerini, nasıl tepki verebileceklerini öğretti. O yıllardan tanıdığım insanlardan hikayeler devşirdim. Onlar zamanın akışında değişimlere uğrayarak yazdığım hikayelerde yer aldı. Bazıları roman kahramanlarım oldu. Yaşanan hiçbir şey sebepsiz değildir misali, hakikaten bu yaşadıklarımızdan bazen istemeden, ayaklarım geri giderek, meğerse çok bilgi edinerek çıkmışım.”
“Roman benim gözümde, bir şehir kültürü ürünüdür”
Roman ve öyküler kaleme aldınız. Kaleme aldığınız eserlerinizde yemek, koku, kentle bağlantılı konular ve hatta futbol önemli bir yer teşkil ediyor. Bu anlamda yazarlığınızı nasıl tanımlıyorsunuz?
“Şiir dışında birçok farklı türü denedim ama galiba en çok hikaye ve roman türüne yoğunlaştım. Hikaye türünü çok önemsedim, hala da çok önemsiyorum fakat mizacım gereği romana daha yakın bir yerde durdum. Eğer atletizmle bir analoji kuracak olursak, hikayeyi ben 100 metre koşusu olarak, romanı da bir maraton olarak görüyorum. Kendimi daha çok bir maraton koşucusu olarak görüyorum. Roman benim gözümde öncelikle bir şehir kültürü ürünüdür. Bu sebeple dünya edebiyatındaki romancılara şöyle bir baktığınızda bir çoğunun şehirleriyle özdeşleşmiş olduklarını görürsünüz. Mesela Dostoyevski St. Petersburg’dur, James Joyce Dublin’dir, Virginia Woolf Londra’dır, Kafka derseniz Prag’dır gibi. Bütün bunları bir araya koyduğunuzda, bu gerçeğin her yazar için geçerli olduğunu düşünüyorum. Benim de kaderim, tıpkı İbn-i Haldun’un dediği gibi İstanbul’muş, İstanbul coğrafyasıymış, burada doğmak ve burada büyümekmiş. Böyle olunca İstanbul sizin karşınıza bir bütün olarak çıkıyor ve bu bütünlük içinde söylediklerinizin tümü var. İstanbul’un tarih duygusu, bugünü, lezzetleri, kokuları var.
İstanbul’da yaşanabilecek kimilerimize göre daha önemli kimilerimize göre daha önemsiz değerler var. Böyle baktığınızda benim elimde edinilmiş bir malzeme vardı ve ben onu değerlendirmek yoluna gittim. Aslına bakarsanız, şöyle de denilebilir, edebiyatı ben bir keşif yolculuğu olarak görüyorum. Edebiyatın ruhunda keşif olduğuna inanıyorum. Aslında biz yazarlar, zaten var olan hakikatleri bulmaya çalışıyoruz ve belki de radarlarımız başkalarına göre biraz daha hassas olduğu içindir ki yazıyoruz onları. Var olan hakikatlerin peşinden giderken, tıpkı Marcel Proust gibi geçmişin izini sürerken hatırladım ve birdenbire ne kadar zengin bir mirası biriktirmiş olduğumu fark ettim. Onların tadına varmaya çalıştım, bunları anlattım. Bir de farklı lezzetleri de tanıdım. Babaannemin mutfağı mesela, hem biraz Osmanlı’ydı hem de İspanya’dan getirilmiş izler taşıyordu. Haliyle bunların hikayeleri önemliydi. Paylaşılan bayram sofraları, onların getirdiği hikayeler önemliydi. Bizim yemek kültürümüzde asıl mühim olan o yemeklerin paylaşıldığı insanlardır. Edebiyatın malzemesi de bu. O paylaşma saatlerinde yaşanan, tadı unutulamayan yemeklerin kokuları çok ilham vericidir.”
Mario Levi denince İstanbulla özdeşleşmiş bir yazar geliyor aklına herkesin. İstanbul sizin için bir esin kaynağı mıydı?
“İstanbul her zaman benim için bir ilham kaynağı oldu. Kötüsüyle de ilham kaynağı oldu. İstanbul aslında neresinden bakarsanız bakın yaşanması kolay olmayan, hatta yaşanması zor bir şehir. Tarihin bıraktığı izler yüzünden de öyle, bugün açısından da öyle. Mesela en azından İstanbul büyük ve bir yerden bir yere gitmek için, işin içine bir de trafik sorunlarını eklerseniz, çok vakit kaybediyorsunuz. İstanbul büyük, kalabalık ve her zaman sevdiğiniz insanlarla birlikte olamıyorsunuz. Bütün bunlar birikince zorluklar çıkıyor elbette ortaya. Ancak bu zorlukların kendisidir edebiyatı doğuran. Mesela yaşaması zor olmayan bir şehirde yaşasaydım belki yazacak bu kadar çok hikaye bulamayacaktım.
Bütün bunların yanı sıra İstanbulluluk kimliğini de açıkçası biraz gururla taşıyorum. İstanbullu olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğer görmek isterseniz pek az şehrin sahip olduğu bir özelliğe sahiptir. İstanbul, doğuyla batıyı bir arada yaşamaktır. Bu yüzden ben biraz da Türk edebiyatında Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal ya da Abdülhak Şinasi Hisar çizgisinde bir yerde yer almak isterim. Daha çok o bakışa ve duruşa kendimi yakın hissediyorum. Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bir insanın, ‘Ben mutlu bir insanım’ demesi mümkün değil. Bugün eğer yanı başımda çocuklar bombalar altında ölüyorsa ve ben ona hiçbir şey yapamıyorsam, gördüklerim karşısında çaresiz kalmışsam ‘Mutlu bir insanım’ ifadesini kullanamam. Bu vicdansızlık olur. Hatta daha ileri gideyim, bu aptallık olur. Ama bütün bunlar bazı mutluluk anlarını yakalamamızın da engeli değil. İşte onlar bizim şükür anlarımız. Bunun çok kolay yakalanabileceğine de inanıyorum. Mesela yazılan güzel bir cümle benim için mutluluk anıdır. Mesela yenen güzel bir yemek… Hiç öyle zor hazırlanması da gerekmiyor, menemen olabilir mesela bu yemek ve bunu sevdiğiniz bir insanla, bir dost, arkadaş, sevgili ya da eşle paylaşılabilir. Bir kış vakti, sokakta üşümüş, aç bir köpeğe evinizden artık bir yemek vermeniz ve onun size minnetle bakışı… Bütün bunların hepsinin mutluluk anları olduğuna inanıyorum. Biz biraz da galiba bu mutluluk anları için yaşıyoruz.”
“Benden daha eski kaç İstanbullu var diye soruyorum”
Bir yazar için en büyük ödülün kitap yazabilmesi olduğunu söylüyorsunuz, kitap yazma yolculuğunuz nasıldır?
“Ben sürekli yazıyorum ve benim ustalarım oldu. Ne mutlu bana ki yollarımız onlarla çakıştı. Bunlardan biri de Haldun Taner’dir. Benim üniversitede hocamdı. Kendisi bana büyük bir zarafetle, bir hoca gibi değil de bir büyüğüm gibi, adeta yazarlık konusunda beni bir eğitimden geçirdi. Onun bana bıraktığı en önemli miras da her gün yazı masasının başına geçmek olmuştur. Yazacak herhangi bir şeyiniz yoksa bile. Bir keresinde cesaret edip sormuştum, ‘Peki hocam varsayalım ki hakikaten yazacak bir şeyiniz, bir hikaye, roman, oyun yok. Ne yazarsınız?’ ‘Pencereden dışarıya bakarım ve uçan kuşu yazarım.’ dedi. Bu çok önemli. Haliyle bunun benim için büyük bir değeri var. Dolayısıyla mümkün olduğunca çok yazıyorum. Kalem elimde olmadığında da, ki ben hala kalemle yazıyorum, zaten hayatın akışında düşündüğüm için yazıyorum. Bir toplu taşıma aracına biniyorum ve orada da insanları gözlemliyorum. O da bir yazmak, çünkü hepsi bir çeşit hikaye avcılığı. Bunu artık hayatımın vazgeçilmez bir eylemi haline dönüştürdüm.”
500 yılı aşkındır İstanbul’da yaşayan bir ailenin mensubusunuz. Bunları anlatacak mısınız, var mı böyle bir projeniz?
“Tabii bunun söylenmesi gururumu okşuyor. Şöyle diyorum, ‘Evet İstanbulluyum’. Mesela ülkemizde bir memleket muhabbeti var; ‘memleket neresi’. Bir keresinde hiç unutmam Üsküdar’dan taksiye bindim evime geleceğim. Gecenin bir vakti, konuşkan, ağır bir Karadeniz aksanı olan bir taksi şoförü, ‘Ne yapıyorsun?’ diye sordu. ‘Üniversiteden geliyorum, Yeditepe’de hocayım, dersim vardı.’ dedim. Ondan sonra ‘Nerelisin?’ diye sordu. Ben de ‘İstanbulluyum’ dedim. ‘Yok yok aslın nereli?’ diye sordu, ‘Vallahi İstanbulluyum.’ dedim. ‘Bizim ailemiz, Fatih Sultan Mehmet’ten sonra İstanbul’a geldi. Daha ne istiyorsun?’ dedim. Hala ısrar ediyor. Bunun üzerine ‘Efendim biz İspanyol göçmeniyiz.’ dedim. ‘Hah, bak işte.’ dedi, rahat etti. Dolasıyla hep bir yere bağlamak lazım.
Böylelikle benden daha eski kaç İstanbullu var, diye soruyorum. 530 yıldır İstanbul’dayız. Bu güzel bir şey ama tabii 530 yıl bu toprakların kaderini paylaşmanın getirdiği birtakım üzüntüler de oldu elbette. Bütün bunların hepsi bana miras olarak kaldı. Bunlar da ilham vericiydi aslında. Çünkü edebiyatın kaynağında acılar var. Edebiyat, o acılarla hesaplaşmayı beraberinde getirir. Bu sebeple hepsini değerlendirdim Hiçbir şey mükemmel değildi. Zaten mükemmellik diye bir şey yoktur. Bütün bunların yanı sıra ben hep talihli bir insan olduğumu söylüyorum. Yazabiliyorum çünkü ve yazdıklarım da neşredildi. Neşredilen kitaplarım birilerinin gönlüne hitap etti. Bunu gördüm. Daha fazlasını görmek, daha geniş kitlelere ulaşmak ister miydim? Evet isterdim ama şimdilik bu kadar. Gelecek neyi gösterir onu bilemem.”
“Evet, Fransızc yazabilirdim ama zor yolu seçtim”
Birçok dilde konuşup yazabiliyorsunuz, Türkçeye olan ilginizin nedeni nedir?
Birçok dil bilmenin bana çok büyük bir faydası oldu. Bakış açım ve ufkum genişledi. Bunları inkar edemem. Gelelim yazmak için Türkçeyi neden seçtiğime… 2012 yılıydı, İstanbul Bir Masaldı romanı Fransızca yayınlandı. Fransız yayıncım bana bir jest yaparak benimle röportaj yapmaları için İstanbul’a 2 Fransız gazeteci gönderdi. Biriyle, Kadıköy Bayram Pastanesi’nde oturdum 1,5-2 saat, roman ve İstanbul üzerine uzun uzun konuştuk.
Sohbetin sonunda, beyefendi ses alma cihazını kapattı ve ‘Şimdi sana özel bir soru soracağım. Neden Fransızca yazmadın?’ dedi. Bunu bana soran bir Fransız. Tabii Fransızca konuştuk 1,5-2 saat. Ben bu sorudan, önce iyi bir sonuç çıkardım, demek ki yazabilecek kadar görmüş beni, buna itirazım yok. İkincisi bazı şeyleri yeteri kadar anlamadığını fark ettiği için de biraz kızdım. Ona şu cevabı verdim: ‘Evet Fransızca yazabilirdim. Yazsaydım da işim çok kolaylaşırdı bir dünya yazarı olmak açısından. Çünkü Türkçe yazıyorsunuz. Onun tercüme edilmesi var ama Fransızca’dan eserlerin tercüme edilmesi çok daha kolay. Daha da sempatik olurdu, ‘Fransızca yazıyor adam’ diye. Bunu tercih etmedim. Zor yolu seçtim belki ama kendi doğallığı içinde gelişti bu. Çünkü çocukken sokakta hangi dilde top oynamışsan, gençken hangi dilde ilk aşkını yaşamışsan, çok kızdığında hangi dilde sövmek geliyorsa içinden, o dil senin dilindir ve o dil Türkçeydi.’ O sebepledir ki, kendime hep şunu söylüyorum, benim en derin vatanım Türkçedir.”
Son olarak “Gördüklerimiz ve Görmediklerimiz” serisinde “Bu Salı ve Her Salı: Şişli” kitabınız yayınlandı. Bu seri nasıl devam edecek? Genç yazarlara, yazar adaylarına neler tavsiye edersiniz?”
Genç yazarlara en önemli tavsiyem, çok okumaları, sadece belirli yazarların yazdıklarına kendilerini mahkum etmemeleridir. Dünya görüşlerine ters düşebilecek yazarları da okumalarıdır. Bir bakın, hoşunuza gitmese de okuyun. Gelelim sorunuzun ilk bölüme, 7 romanlık bir dizi bu. Her bir roman, haftanın bir gününde ve İstanbul’un bir semtinde geçecek. Sadece İstanbullu değil aynı zamanda Kadıköylü de olduğum için tabii bir tercih yaptım ve ilk romanım Kadıköy üzerine oldu.”
“Futbol maçlarını seyretmeyi, onun heyecanını yaşamayı çok seviyorum”
Romanlarınızda futbola yer veriyorsunuz. Fenerbahçe taraftarı olduğunuzu biliyoruz. Bir yazar olarak futbolla ilişkiniz nasıl?
“Bir Kadıköylü olarak tabii ki Fenerbahçe’yi tutmadan olmaz. Futbol benim hayatımda önemli bir yer tutuyor. Futbol maçlarını seyretmeyi, onun heyecanını yaşamayı çok seviyorum. Belki bizi seyredenler olumsuz yorumlarda bulunabilir. ‘Böyle bir yazar nasıl oluyor da futbolla bu kadar yakından ilgileniyor?’ sorusunu kendilerine sorabilecek çok kişi vardır kanaatindeyim. Zaten bu bana sorulmuştur, söylenmiştir de. Ben de kendilerine, ‘O zaman siz futbol tutkunu olan yazarları bilmiyorsunuz’ diyorum. Mesela Uruguaylı Eduardo Galeano, Kolombiyalı Gabriel Garcia Marquez, Fransız Albert Camus var. Dolayısıyla hiç de sandığınız kadar az değildir futbola tutkun olan yazarlar. Ama tabii zaman zaman yaşanan bu heyecanın boş olduğunu düşünmüyor değilim. Fakat neresinden bakarsanız bakın, bu heyecana sarılmaktan mutlu oluyorum. Tabii tuttuğum takımın başarıları karşısında daha da mutlu oluyorum ve futbol tutkusunun hoş bir tutku olduğunu düşünüyorum. Tabii bu saldırganlığa, küfre, şiddete evrilmediği sürece.”
Mario Levi’nin bir günü nasıl geçiyor?
“Eğer üniversitede dersim varsa, evimden kalkıp üniversiteye gidiyor, dersimi veriyor, öğrencilerimle görüşüyorum. Ders vermediğim günlerde evdeysem ve herhangi bir başka programım yoksa günüm yazmakla geçiyor. Ben çok rahatlıkla günde 9-10 saat yazabilirim. Onun dışında genelde akşamları yazı atölyelerim var. Yazmaya ilgi duyanlara açtığım yazı atölyeleri bunlar, İstanbul’un farklı yerlerinde. Bir de her yazar gibi bir hayatım var. Küçük bir kızım var onunla ilgileniyorum. Yemek yapmaktan çok hoşlanıyorum. Fena da değilimdir bu konuda. Zaman zaman beni mutfakta görürsünüz. Açıkçası biraz da yazmanın vermiş olduğu yorgunluktan dinlenmek için yemek yapıyorum diyebilirim. Hayatım böyle akıp gidiyor işte.”
Küçük bir kızınız var, Masal. Onunla nasıl vakit geçiriyorsunuz?
“Onunla vakit çok iyi geçiyor. Benim üç kızım var. Büyük kızlar 30’lu yaşlarında. Biri yaklaşık üç yıldır evli bir kadın ve beni Allah’ın izniyle ağustos ayında dede yapacak. Onun beklentisi içindeyiz. Öteki kızım temmuz ayında evleniyor. Ama Masal küçük ve ben artık tecrübeli bir baba olarak kendisiyle vaktimi en iyi şekilde geçirmeye çalışıyorum. Zaman zaman yaptıklarıyla beni çok güldürüyor, zaman zaman çok kızdırıyor ama her şey onun için. Hayatımın büyük aşkını şimdi onunla yaşıyorum. Çalışma odama herkes kapıyı vurmadan giremez fakat bu kural Masal için geçerli değil. O istediği zaman, istediği saatte girebilir ve ben ona bir şey diyemem.”
“Raflarda iyi kitaba yer bırakılmadığını görmek beni çok üzüyor”
1492’deki göçten bugüne kadar atalarınızın hikayesini anlatacağınız birkaç ciltlik bir roman projeniz var. Üzerinde çalıştığınız bu projenizi anlatır mısınız?
“Bu proje yeteri kadar olgunlaşmadı henüz. Çok kısaca söyleyeceğim size. Atalarımın 1492’de İspanya’dan İstanbul’a geliş hikayelerini konuştuk. O göçü anlatmak istiyorum. Hikayeye o göçle başlamak istiyorum. Dört ciltlik bir roman olarak ilk cildi İspanya’da başlayacak ama ağırlıklı olarak 16. yüzyıl İstanbul’unu anlatacak. Önce İspanya Toledo’dan bir ailenin yolculuk hikayesini anlatıyor. Tanrı bana ömür verirse inşallah 2027-2028’e kadar sürer bu iş. Demek ki benim en az ama en az bir 10 yıla daha ihtiyacım var. Bunu başarabilirsem ne mutlu bana.”
Bugünün edebiyat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Takip ettiğiniz yazarlar var mı?
“Takip ettiğim yazarlar var. İsim verirsem eğer belki şu anda isim veremediklerim kırılabilir bu nedenle isim vermek istemiyorum. Fakat genel anlamda şunu söylemek ihtiyacı duyuyorum, günümüz kitap ve neşriyat ortamını hem iyi hem de kötü buluyorum. İyi buluyorum çünkü artık çok insanın yazar olmaya heves ettiğini görüyorum ve bu beni çok mutlu ediyor. Yazarlık artık yazmaya başladığım yıllardaki gibi şüpheyle bakılan uğraştan çok, itibarlı bir uğraşa dönüşmüş oldu. Ancak bu edebiyatçılık mı ondan çok emin değilim. Çünkü yazar adı altında açıkçası birçok şarlatanlığın yapıldığı düşüncesindeyim. Kötü kitabın, zaman zaman kitabevlerinin raflarında iyi kitaba yer bırakmadığını görmek beni çok üzüyor. Daha da kötüsü bu kötü örneklerin birçok yazı yazmaya gönüllü genç için emsal teşkil etmesi ama böyle bir dönem yaşıyoruz. Başarının çok satmakla ölçüldüğü bir başka kötü dönem daha yaşıyoruz. Mesela ben yazı yazmaya başladığımda, o günlerde artık üne kavuşmuş birçok yazarın sofrasında bulunma imkanı da elde ettim. O sofralarda hiçbir zaman ‘Senin kitabın kaç baskı yaptı, kaç sattı’ gibi bir muhabbet yapılmazdı. Öyle bir değer yoktu ama şimdi ne yazık ki böyle bir değer var. Bu değer benim için çok değersiz. Çünkü edebiyat çok başka bir değer ve onun ne çok satmakla ne de şöhretle alakası var.”