Yönetmen Semih Kaplanoğlu: Bizim şimdi ütopyalar üretmemiz lazım
Yönetmen Semih Kaplanoğlu, insani değerlerin tekrar ortaya çıkarılması gerektiğini belirterek, “Şu anda üzerinde çalıştığım projeyi sürdürüyorum bir şekilde ama artık ütopyalar üretme zamanı. Toplum, kültür, medeniyet olarak insanlığa vereceğimiz, bugün örtülü kalmış ve konuşulmayan değerlerimizi tekrar ortaya sürecek, insanlık için onları insanlığa armağan edecek ütopyalar, düşünceler üretmemiz lazım. Türkiye’nin sanatçıları, düşünürleri, aydınları olarak bizim üzerimize düşen şey bu.” dedi.
“Herkes Kendi Evinde” isimli ilk filmiyle birçok ödül alan ve sonrasında çektiği filmlerle ödüller almayı sürdüren Kaplanloğlu, daha çok “Yumurta”, “Süt” ve “Bal” filmlerinden oluşan Yusuf Üçlemesi’yle dikkati çekti.
Bağlılık Üçlemesi’nin ilk çalışması “Aslı” filmi bu yıl Türkiye’nin Oscar adayı gösterilen Kaplanoğlu, üçlemenin yeni filmi “Hasan”ın çekim ve post prodüksiyon aşamalarını da tamamladı.
Kaplanoğlu’nun 2017’de festivallerdeki yolculuğuna başlayan ödüllü distopik filmi “Buğday” ise konusu itibariyle adeta bu günlere işaret ediyor.
Birçok sembol ve metaforla zenginleşen, Jean-Marc Barr ve Ermin Bravo’nun başrolünü paylaştığı film, mültecilikten, kıtlıktan, kuraklıktan, salgın hastalıklardan, genetik çalışmalar gibi pek çok konuyu içeriyor.
Vaktini eşi gazeteci yazar Leyla İpekçi’yle evinde geçiren ve dünyayı sarsan koronavirüs (Kovid -19) gündemini AA muhabirlerine değerlendiren Kaplanoğlu, “Buğday”ın aslında “belirsiz bir şimdiki zaman”da geçtiğini söylüyor.
Nasılsınız? Bu günleriniz nasıl gidiyor diyelim öncelikle.
“İyi gidiyor genel olarak. Çok şükür. Bugünlere de şükür. Çalışıyoruz, bu hayata alışmaya, evin içindeki mekanı genişletmeye, gönlümüzü genişletmeye çalışıyoruz.”
Bu koronalı günlerde özel yaptığınız bir şeyler var mı evde? Bugüne kadar evde çok vakit geçiriyor muydunuz bilmiyorum ama her zamankinden daha fazla vakit geçiriyorsanız eğer neler yapıyorsunuz?
“Ben zaten genel olarak ofise yani Kaplan Film’e gitmediğim zamanların çoğunu evde geçiren birisiyim. Ya yürüyüş yapıyorum ya bisiklet sürüyorum ya seyahatler oluyor. Ev hayatına, evde bulunmaya alışığız biz. Çünkü ilk filmlerimizi çekmeden önceki dönem, uzun seneler yani iki üç sene kadar evde eşimle beraber kaldık ve ofisimiz de evdi, her şeyimiz evdi. Beraber orada çalışmayı, o bir masanın ucunda, ben bir masanın ucunda birlikte çalışmayı ve üretmeyi uzun yıllar tecrübe ettik. Onun dışında gençlik dönemimde de ben evde yaşamayı seven birisiyim. Hatta biliyorsunuz ilk filmimin adı da ‘Herkes Kendi Evinde’dir. O nedenle yabancısı olduğumuz, çok şikayet ettiğimiz bir durum değil.”
“Çevresel felaketin gelmekte olduğunu görüyor ve yapılmayan şeyleri not alıyordum”
Durumdan şikayet etmeyenler için şüphesiz iyi bir şey ama zorunluluk durumu biraz geriyor mu peki?
“Hayatta birçok zorunluluk var, o zorunluluklara bir tanesi daha eklenmiş gibi görünüyor aslında. Ama zorluk her zaman bir yandan da iyidir. Yani üretmek, bir şeyler söylemek, bir şeyler aktarabilmek, insanın kendi içine dönmesi ve kendi içinden bir şeyler çıkartabilmesi için… Bu zaten bir zorunluluk ve bir disiplin işidir. Konsantre olmanız, kendinizi besleyecek kaynaklarla baş başa kalmanız, kendinizle baş başa kalmanız, kendinizle birlikte o bütün dünyayı içeriye almanız aslında evin içine dünyayı almanız, sizin dünyaya tekrar zenginleşerek çıkmanız, bütün bu süreçte aşina olduğumuz süreçler. Tabii ki insanlık adına ve yaşadığımız bu zorlu dönem adına birazcık kaygılanmamak, endişelenmemek mümkün değil ama her zorlukla beraber biliyorsunuz kolaylıklar var. O kolaylıklarla beraber yeni kolaylıklar keşfedip yaşamamız gerekiyor.”
Bu süreç herkesin hayatını az ya da çok etkiledi. Sizi düşündüğümüzde bir özel durum daha var. “Buğday” filminden yola çıkarak konuşuyorum, distopik bir filmden bahsediyoruz. Orada anlattığınız birçok konunun ufak da olsa parçalarını bugünlerde yaşıyoruz. Sınırlar, mültecilik, açlık, kuraklık, salgın hastalık, kamplar, insanların genetik kodlara göre ayrılması, iklim sıkıntıları, sınırlara duvarlar örülmesi, mültecilere yapılan muameleler hepimizin malumu. Bu kadar çabuk bekliyor muydunuz bu dünyayı?
“Aslında ben senaryoyu 2011-2012’de düşünmeye başlamıştım. Yazımı da 2013’te oldu. O dönem tam Suriye iç savaşının başladığı, mültecilerin de yavaş yavaş sınırlara doğru akmaya başladığı bir dönemdi. Ama biz bu mülteci meselesini 1990’larda Irak işgali döneminde de yaşamıştık. Ben açıkçası dünyanın gidişatını hem tüketimin artması, aşırı tüketim, aşırı üretim aynı zamanda kaynakların tüketilmesi, eşit dağılımının olmaması, dünya kaynaklarının ve çevresel felaketin gelmekte olduğunu zaten son geçtiğimiz 10 yıldır görüyor ve bu konuda yapılmayan şeyleri de not alıyordum. Fakat senaryonun yazımında şunu fark ediyordum. Yazdıkça sahneleri bunun şimdiki zamanda geçmekte olduğunu fark ediyordum. Çünkü zaman kavramı aslında şöyle bir şey, geçmiş ve gelecek de şimdiki anın içinde olduğu için bunun ipuçları dünyanın geldiği şu nokta, şu gün yaşadıklarımızın ipuçları aslında çok yakın zamandan beri vardı. Ben de bunları takip ettim, izledim. O izlerin izinden gittim. Filmi yazarken kafamda hep şöyle bir tanım vardı, ‘belirsiz bir şimdiki zaman’ aslında. Filmin geçtiği zaman belirsiz bir şimdiki zaman. O nedenle dünyanın bugün yaşadığı bu mülteci sorunu ve açlık ve onun ötesinde meydana gelen iklim felaketleri ve bugün yaşadığımız şu anda kapımızı çalan bu virüs ve salgın hastalıklar aslında insanların çeşitli dönemlerde hep yaşadığı, üstünde belli medeniyetlerin belki de ortadan kalkmasına sebep olan durumlar tarihe baktığınız zaman. Ben hikayeyi yazarken bütün bu durumun bilincinde ve farkındaydım. Bunun yakın bir gelecekte aslında çok uzak bir gelecek değil şimdiki zaman içerisinde meydana geleceğini açıkçası düşünmeye başlamıştım. Çünkü dünyada olup biteni BM raporları, çevre örgütlerinin raporları gibi bir sürü şeyi okuduğunuz zaman bu görülebilir bir şeydi.”
“Buradaki acı, kapitalist sistemin toplumlara verdiği acı”
İlgilisi ve sizin için çok da sürpriz bir durum değildi o zaman?
Semih Kaplanoğlu: “Değildi evet öyle görünüyordu.”
Bir cümle geçiyor filmde, “Kusursuz tohum yaratamıyoruz, gözden kaçırdığımız şey ne?” diyor. Sizin için sürpriz bir durum olmamış bu günlerin yaşanması ama biz sürprizle karşılaşan insanlar için gözden kaçırdığımız şey ne?
“Gözden kaçırdığımız şey belki de şu, dünyayı sadece bize ait, bizim kendi yaptığımız, imal ettiğimiz ürettiğimiz bir şey olarak, hatta hayatı bile artık aslında böyle düşünüyor ve bu konuda ‘bilimin, teknolojinin gelişen ortamında’, kainatta, evrende tek başımıza olduğumuzu ve her şeyin bizim kararımızla ilerlediğini, her şeyi bildiğimizi düşünerek ve buna güvenerek yaşamaya başlamıştık uzun bir zamandır. Bunun böyle olmadığını idrak etme sürecini yaşıyoruz bence. Çünkü hem her şey birbiriyle bağlı hem de her şey aslında tek bir şey. O tek bir şeyin içindeki dengeleri eğer biz bozmaya başlarsak aslında bütünü bozmaya başlıyoruz. İşte bu birlik şuurunu ancak herhalde bu an şu gün bu yaşadıklarımızla idrak edebilecek miyiz acaba? Benim bu konuda da kuşkularım var. O yüzden bunu anlamak için birazcık içimize dönmemiz ve dünyanın, hayatın sadece bize ait bir alan olmadığını anlamamız gerekiyor.”
Yine filmde bir çubukla bir sınır çizildiğini, insanla belki doğadaki diğer canlıları ayırdığını, kendisine özel bir alan ayırdığını görüyoruz. Yine bu gözden kaçırdığımız şeylere bağlayacak olursak, bu sınırları mı aştık? Haddi mi aştık acaba da bu günleri gördük?
“Sınırları bence belli alanlarda aştığımızı düşünüyorum ben. Özellikle tüketim konusunda ve de ürettiğimiz birçok nesnenin, materyalin, yaşam biçimlerimizin dünyanın dengesini, doğanın dengesini ve doğal olarak da kendi dengemizi de bozduğunu düşünüyorum. Bu anlamda tabii ki haddi aştık. Mesela savaşlar. Irak Savaşı’nı düşünelim. Kanıtı olmayan – şu anda onlar da kabul ediyorlar- kitle imha silahları var denilerek bir ülke işgal edildi ve iki milyona yakın insan öldü orada. Masum insan öldü. Orada büyük trajediler yaşandı. O zaman da mülteciler ortaya çıktı. Bugün işte Suriye’ye bakıyoruz benzer sorunlar var. Afrika’da yaşanan süreçler var. Dünyanın bütününde oluşan bu birbirine karşı sevgisiz, birbirinin hayatına karşı kayıtsız ve üretilen yaşam biçimlerinin aslında sanki küresel bir dünyada yaşıyormuşuz gibi… Ama bu küresellik sadece bazı gruplar, bazı ülkeler, sınıflar, insanlar için küresel. Çoğunluk için mahkum edici, sınırlandırıcı. Her türlü hak, yaşama hakkı ellerinden alınmış insanların. Ülkeleri, toprakları ellerinden alınmış, evlerinden sürülmüşler. Çaresizlik içindeki insanların sonucunu görüyoruz. Hadsizlik aslında biraz da bu. Buradaki acı, kapitalist sistemin toplumlara verdiği acı, büyük kitlelerde yarattığı acı ve tatminsizlik haddi aşmanın bence temel görüntüsü.”
“Korona bir sürecin sonucu, nedeni değil bence”
…ve bugünlere sebep olan şey mi?
Semih Kaplanoğlu: “Yani sebep olduğunu söyleyebilir miyiz bilmiyorum ama bu sürece baktığımız zaman bugün bizi evlerimize kapatan şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştığımız zaman bir tek koronavirüs değil buradaki mesele. Korona bir sürecin sonucu, nedeni değil bence. Son 50, 100 belki 200 yılda yaşadığımız hikayenin bizi getirip bıraktığı nokta. Ben mesela teknoloji ya da bilim karşıtı birisi değilim asla ama bugün bilimin ve teknolojinin fayda ve zararlarını karşı karşıya getirdiğimiz zaman elbette çok faydalı olduğu, çok ufkumuzu açtığı, hayatımızı daha konforlu hale getirdiği meseleler var ama bunların bir de bedeli var. Biz şu anda bunların bedelini ödemeye, sorumluluğunu üzerimize almaya hazır mıyız değil miyiz? Bence bütün kilit nokta burası. Bu konforlu hayatların içinde her gün uçakla bir yerlere gitmek, denizler aşmanın, ülkeler içerisinde seyahat etmenin, ilişkilere girmenin, arkadaşlığın, bütün bu konforun aslında neyin üstünde kurulu olduğunu idrak etmemiz lazım. Bu kadar çok uçak iklim krizine sebep oluyor aslında. Bizim bazı şeylerden feragat mı etmemiz lazım, bazı şeylerin öncülüğünü geriye mi almamız lazım bu konuda bence iyi bir sınav vermedik ve bence o sınavın sonucu da önümüze geldi. Şimdi bunu yaşıyoruz. Hepimiz tümden bütün dünya eve kapandı yani.”
“Genel anlamda bir atalet var, bir şok yaşanıyor
Fazla uçtuk diyorsunuz yani öyle mi?
“Fazla uçtuk, fazla yemek yedik, bazılarımız açlık çekerken biz aşırı beslendik. Buradaki dengesizlikler bir şekilde dengelenecek başka türlü oluru yok.”
SORU: “Buğday” filminde insanların seçkin şehirlere beyinleri incelenerek alınıyor. Şimdi de böyle bir durum var, Batı ülkeleri mültecileri bazı kriterlere göre seçiyor. Bir de geçtiğimiz günlerde Fransız bilim adamları Kovid-19 ilaçlarının Afrikalılar üzerinde denenebileceğini ifade etti. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Semih Kaplanoğlu: “Çok talihsiz ve üzücü bir bakış açısı o. Bence bu fikirlerle yaşadığımız, bu düşünceler içinde olduğumuz için korona bizi eve hapsetti. Evet, bugün mülteciler sınırlarda belli kategorilere uygunlarsa, meslekleri varsa, işe yararlarsa, sağlıklılarsa kabul görüyorlar. Yoksa yaşama hakkı ellerinden alınıyor. Hatta şöyle bir şey okudum, spekülasyon mu gerçek mi uydurma bir haber mi bilemiyorum ama, bazı ülkeler tarım konusunda, şu dönem buğdayın ve hububatın ekim dönemi. Şu anda insanlar bütün büyük ve gelişmiş ülkelerde çiftçiler de dahil olmak üzere evlere kapatıldığı için tarımın sürdürülebilirliği konusunda bir sorun yaşanıyor. Bu anlamda mültecilerin belli bir ücret karşılığında tarım işçileri olarak çalıştırılmaları, tarlalarda onların bu işleri yapmaları planlanıyormuş bir yerlerde.
Televizyonda ya da sosyal medyada sürekli tartıştığımız konu, ‘Koronavirüsten nasıl kurtuluruz? Ne olacak? falan…’ Şu anda bizim aslında belki şu türlü projeksiyonlara ihtiyacımız var; Biz ekimi yapabiliyor muyuz? Türkiye’nin tarım havzalarında çiftçiler eskisi gibi çalışıp ürünlerini üretmek için gereken şartları yerine getirebiliyorlar mı? Onların ihtiyacı olan gübre, ilaç gibi şeyler sağlanabiliyor mu? Tarım için şu anda ne yapılıyor? Bu konuları konuşmuyoruz ama çok önemli bir konu. Çünkü yarın öbür gün ekim yapılamazsa daha ciddi sorunlar başlayacak. Bence genel anlamda bir atalet var, bir şok yaşanıyor. O şokun sebebiyle belki şu ana odaklanmış durumdayız ama bence önümüzdeki döneme iyi bakmak lazım.”
“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”Yani sorunun da ötesinde başka bir sorun bizi bekliyor?
“Çıkabilir. Bu süreç devam edecekse, insanlar evinden çıkamayacaksa, bu konuda bizi bekleyen bir gıda sorunu gerçekleşebilir. Bu ciddi bir mesele.”
Yine filmde “Genetik kaos” ve “genetik ırkçılık” ifadeleri vardı. Bunun bir sonrası oraya mı varıyor?
“Olabilir tabii. Mültecilerin daha üst zekaya sahip olanları ya da meslek sahibi olanların seçilip alınması konusu bizim filmin içerisinde yaptığımız ‘eleminasyon’un başka bir türü aslında. O da gerçekleşiyor, görüyoruz.”
Önemli olan bundan sonrasına dikkat etmemiz lazım diyorsunuz.
“Yeni bir hayat döngüsü içerisindeyiz galiba. Herkes bunu söylüyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Öyle görünüyor.”
“İnsan olma serüvenimizin hikayesini insanlarla tekrar paylaşacak kanalları bulmamız gerekiyor”
Yönetmen bakış açısıyla bundan sonra bizi ne bekler ve bunu yine distopik bir hikayeyle anlatmak ister misiniz? Projelerinizde bir şeyleri değiştirdi mi?
“Şu anda üzerinde çalıştığım projeyi sürdürüyorum bir şekilde ama artık ütopyalar üretme zamanı. Bizim şimdi ütopyalar üretmemiz lazım. Bizim bundan sonra devam edecek olan hayatın nasıl bir nizam ve düzende olması gerekebileceğine dair hayaller kurmamız gerekiyor. Hayatı sürdürebilmemiz için daha iyi şartları nasıl oluşturabiliriz? Bu konuda memleketimizin, ülkemizin, kendi kültümüzün kaynakları ne söylüyor? Bizim mefkurelerimiz nedir? Toplum, kültür, medeniyet olarak insanlığa vereceğimiz, bugün örtülü kalmış ve konuşulmayan değerlerimizi tekrar ortaya sürecek, insanlık için onları insanlığa armağan edecek ütopyalar, düşünceler üretmemiz lazım. Dünyanın şu haline gelmiş olmasında elbette bizlerin bireyler olarak tek tek katkımız var. Bunun sorumluluğunu yaşamamız lazım. Dünyayı bugün şu hale getiren medeniyetin içinde biz ne kadar varız ne kadar yokuz bunu da düşünmek lazım. Yok olduğumuz yerde bizim varlığımız ne? Geçmişte geliştirdiğimiz varlık ne? O varlığı yeniden nasıl hayatta devreye sokabiliriz? Bizim insanlığa söyleyecek sözlerimiz neler olabilir? Gerçekten var. Bunları tekrar hayata armağan edecek ütopyalar üretmemiz lazım. Türkiye’nin sanatçıları, düşünürleri, aydınları olarak bizim üzerimize düşen şey bu. Kültürümüzün insani değerlerini tekrar ortaya çıkarmamız lazım.
Dünyadaki bütün medeniyetlerin bir birikimi var. O birikime tekrar bizim kültürümüzle aynı potadan bakmamız gerekiyor. Çünkü hayatın kadim değerleri bize unutturuldu. Bunları tekrar konuşmamız, insanın varlıkla olan ilişkisini yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Bunlar bizde çok daha taze. Yunus’tan, Niyazi Mısri’den, bütün insan olma serüvenimizin hikayesini insanlarla tekrar paylaşacak kanalları bulmamız gerekiyor.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”u senaryo aşamasında
Yani bu üçlemeden sonra böyle bir şey bekleyebilir miyiz sizden?
“Bilmiyorum şu anda çok erken. Bunlar teorik şeyler. Düşüncelerim, niyetlerim ve isteklerim ama bunları hayata geçirmek nasıl gerçekleşecek bilemiyorum.”
Bir “Aşk Üçlemesi” yapacaksınız diye biliyoruz. O duruyor herhalde?
“Birçok proje var aslında. Şu anda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Huzur’ romanının adaptasyonuyla uğraşıyorum, onu yazmaya çalışıyorum. Eğer şartlar imkan verirse onu yapmak niyetideyim. Onun ötesinde başka şeyler de var aklımda.”
Bugünlerde neler yapılabilir? İnsanların evde hem canı sıkılmasın hem kendisine faydalı olsun, etrafına faydalı olsun. Neler yapabiliriz? Sizden tavsiye alabiliriz.
“Vallahi canımız sıkılacak. Canımızın sıkılması bir sorun değil. Sıkılan can iyidir. Bunu kabullenmemiz ve alıştığımız hayat biçimlerini yavaş yavaş terk etmemiz lazım. Biraz tefekkür, okumak tabii çok önemli. Film izlemek, müzik dinlemek ve kendimizle baş başa kalmak… Kendisiyle baş başa kalmayı becerebilen bir insan aslında yalnız değildir. Biz şimdi kendimizi yalnız hissediyor olabiliriz. Arkadaşlarımızı göremiyoruz, yüz yüze sohbet edemiyoruz insanlarla. Belki de aşırı sosyalleştik, aşırı dışarıda yaşamaya başladık. Aslında internet, bilgisayar, sosyal medya da dışarısı, içerisi değil. Ben mesela ilginç bir kitap okuyorum. Frederick Starr’ın ‘Kayıp Aydınlanma’ kitabı, Orta Asya’da İsa’dan önceki dönemdeki medeniyetleri anlatıyor. Yani içinde bizim kültürümüzün de mayalandığı, Türklerin de olduğu Orta Asya medeniyetlerinin vardığı seviyeyi anlatıyor. Gerçekten içerisinde çok dehşet ve şaşırtıcı bilgiler var. Onun dışında Mustafa Tatcı’nın Yunus Emre Yorumları’nı okuyorum. O da çok etkileyici ve bugünkü hayatımıza dair çok fazla referans var. Onun dışında da şu dönem izlediğim filmler var. O konuda çok net ‘Şunu izleyin, bunu izleyin’ demek biraz zor.”
“Bağlılık Hasan” filmi izleyiciyle buluşmaya hazır
Film tavsiyesi alabiliriz hocam sizden. Bu süreçte bir yönetmenin tavsiyeleri çok iyi olur.
“(Robert) Bresson’ları, (İngmar) Bergman’ı, (Luis) Bunuel’i… Tek tek film söylemek yerine, belki sizin kuşakların -gençlerin mi demek lazım- biraz sıkılarak izleyeceği filmleri izlemek lazım. Bergman’ın (Andrei) Tarkovski’nin, (Yasujirō) Ozu’nun, Bresson’un filmleri belki bizim insan hikayelerinde sadece şiddetin, kaçıp kovalamacanın ya da modern ritmin dışında bir başka hayat tasavvurunu, insan hayatına, gönlüne dair daha detaylı ve ince bir bakışı, edebiyatla hemhal olan bir bakışı birazcık daha hissetmelerine, bence yavaş gelen, bizi daha yavaşlatacak olan yeni dünyanın ritmine alışmamız için bu yönetmenlerin filmlerini biraz daha fazla izlemenin iç ritimleri ayarlama konusunda faydası olur diye düşünüyorum.”
Son üçlemenin yeni filmini çektiniz. Oradaki süreç iyi geçti mi?
” ‘Bağlılık’ bir üçleme. İlki ‘Aslı’ idi, ikincisi ‘Hasan’. ‘Hasan’ı geçtiğimiz ağustos ve ekim ayları arasında Çanakkale’de çektik. Kurgusunu da yaptık sesini de bitirdik. Yani post prodüksiyon süreci de bitti, film hazır durumda. Belli festival süreçleri var, o sürece girmişken yaşadığımız global virüs sorunu birçok festivali erteledi. Şu anda sinema salonları kapalı. Yeni filmlerin akıbeti ne olacak, seyirciyle nasıl buluşacaklar bu konu henüz meçhul.”
Filmlerinize dijital platformlarda rastlayamadım. Öyle bir planınız var mı? Herhangi bir platformla görüşüyor musunuz?
“Öyle görünüyor ki bu süreç öyle kanallarda yer almayı gerektirecek. Şu ana kadar belli tarihlerde bazı platformlarda filmlerimiz yer aldı. Onlar çünkü zaman aralıklarıyla, sürekli olan bir şey değil. Ama onu biraz daha fazla gündeme getirmek gerektiğini düşünmeye başladım.”